Sermayeciliğin bahar, standart ve kabusları

Sermaye dinamiğinin temel denklemine bakarak toplam sermayenin ve buna bağlı olarak dünya ekonomisinin gelişiminden birbirini izle­yen ve yinelenen üç dönem saptıyorum; rant dönemi ki buna serma­yeciliğin baharı denebilir, istikrar dönemi ki sermayeciliğin standart olduğu dönemdir ve bunalım dönemi ki buna sermayeciliğin kabusu denebilir.

18. yüzyıldan bu yana, sermayenin liberal, Keynesyen ve neoliberal olmak üzere üç aşamada geliştiğini ortaya koyup bu aşamaların her birinde üç döneme karşılık gelen bahar, standart ve kabusların yaşan­dığını gösteriyorum. Her aşama, önce bir rant döne­miyle başlıyor. Bununla birlikte iktisadi düşünme yeniden biçimleni­yor. Bu yeni ik­tisadi düşünmeye uygun olarak sermayeleşme stan­dartlaşarak sürü­yor. Standartlaşmayı sağlayan iktisadi düşünme ser­maye dinamiğinin te­me­liy­le uyumlu olmadığından bir süre sonra ka­bus başlıyor. Daha ön­ceki dönemlerde oluşmuş olan olanaklar yeni­den değerlendirildi­ğin­de kabus döneminden çıkılıp yeni bir rant dö­nemine giriliyor.

Liberal ve Keynesyen aşamalarda her üç alt evreyi de yaşa­dık. Şim­dilerde neoliberalizmin son evresine, kabusuna doğru hızla yak­la­şı­yo­ruz.

İlk bölümde sermaye dinamiğinin temelini çözümleyip üç dönemi tanımlıyorum. İzleyen bölümlerde sırasıyla liberal, Keynesye­n ve neo­liberal aşamalarda toplam sermayenin ve buna bağlı olarak ik­ti­sa­di düşünmenin gelişimini irdeliyorum.

Sermaye dinamiğinin temel denklemi

Oyun kuramsal olarak ifade edecek olursam sermayedarlar ile çalı­şanlar arasında sıfır toplamlı bir oyun vardır. Yani biri kaybetmeden diğeri kazanamaz. Her ikisinin birden kazandığı bir durum görülü­yorsa bu bir yanılsamadır.

Artan değer olarak sermaye ile çalışma arasındaki ilişkiyse serma­ye­dar­lar ile çalışanlar ara­sındaki bu antagonistik durumun tam tersidir. Değer artışı ve çalış­ma, çıkarı olan özneler değil, birbirleriyle ör­tü­şen sü­reçlerdir; serma­yeci bir dünyada biri diğerinden ayrılamaz bi­çimde birlikte gerçekle­şir.

Sermaye süreçleriyle nasıl kâr elde edildiği, sek­törlerin piyasa yapısı­na bağlıdır. Sektörlerin genelinde rekabetçi bir yapı bulunurken az sa­yıda sektörde yoğunlaşma yüksekse yani piyasayı etkileme gücü söz konusuysa artıdeğer, yoğunlaşmanın yüksek olduğu sektörlerdeki kâr ile soğurulur. Sektörel yoğunlaşma düzeylerinden bağımsız ola­rak eğer sektörler arasında yoğunlaşma bakımından hissedilir bir fark­lılık yoksa artıdeğer, rekabetçi biçimde sektörel kârlardan so­ğu­rul­mak durumunda kalır.

Sermaye kısa dönemli bakışla yoğunlaşma, uzun dönemli bakışla rekabet eğilimindedir. Çalışanlar arasında kısa dönemli bakışla bir­birleriyle rekabet eğilimi ağır basarken uzun dönemli bakışla birlik olma eğilimi kendini hissettirir. Liberalizmin fikri, kısa dönemli ser­ma­ye­ci bir bakışla oluşur.

Her dönem \left( d \right ) toplam sermaye \left( S_d \right ), üç çarpana ayrıştırılabilir. Eme­ğe yatırılan sermaye, \left( \vspace{15px} ^DS_d \right ) ücret oranı \left( u_d \right ) ve çalışan sayısının \left( C_d \right ) çarpımıdır. Toplam sermaye, {}^DS_d ile emek dışında yatırılmış olan ser­ma­yenin \left( \vspace{15px} ^SS_d \right ) toplamıdır. {}^DS_d‘yi emeğin toplam sermaye içindeki pa­yına \left(e_d = \vspace{15px}^DS_d / S_d \right ) böldüğümüzde toplam sermaye çıktığına göre toplam ser­ma­ye, ücret oranı çarpı çalışan sayısı bölü emek ora­nıdır: S_d = u_d \times C_d / e_d. Toplam sermayenin artış oranı, (değişkenin artış oranını üzerindeki bir “^” ile gösterirsem) \hat{S}_d = \hat{u}_d + \hat{C}_d - \hat {e}_d olur ki bu sermaye dinamiği­nin temel denklemidir.

Sermayedarların tüketim harcamalarını ihmal edersem kâr oranı \left( k_d \right ) ile toplam sermayenin artış oranı \left( \hat S_d \right ) arasındaki ilişkiye bakarak ser­ma­yecilikte yaşanan dönemleri üçe ayırabiliriz:
Rant dönemi: k_d < \hat{S}_d
İstikrar dönemi: k_d = \hat{S}_d
Bunalım dönemi: k_d > \hat{S}_d

Liberalizm

Rant dönemlerinde sermayeciliği savunanlara güven gelir ve liberal düşünme parlar. Liberal düşündüğünde mülkiyet ve alış veriş ilişkile­rinin güvenli gerçekleşmesini sağlayacak ve oluşan rantları ussallaş­tıracak (mülkiyet düzeni içine katacak) bir adli düzenin kurulması halinde piyasa dışında hiçbir şeye gerek yoktur. Üstelik sermaye di­namiğinin temel denklemi, rüya gibi bir dünyayı müjdeler sanki. Top­lam sermayenin büyümesi, ücretlerin artması demektir, çalışıp ya­şa­yan in­sanların artması demektir, üretimde ortalama olarak sar­fe­di­lecek eme­ğin düşmesi demektir.

Rant dönemlerinde dönemin içinden bakılarak liberalliğe söyleyecek söz kolay kolay bulunamaz. “İyi de kâr oranından fazla sermaye büyü­mesinin olanağı nasıl doğmuştur?” diye sorma; bu soru üzerine dü­şünme, liberal­liğin parlak olduğu zamanlarda boşa kafa yormak ola­rak gözükür. “Kesinlikle piyasada herşeyi düzenleyen görülmez bir el vardır.” Li­beral, böyle dönemlerde kendini sık sık örtük ya da açık dinsel duy­gulara kaptırıverir.

Teknolojik gelişme

Sermaye dinamiğinin temel denklemindeki üç çarpan, davranışsal varsayımlarla modellenebilecek biçimde fiilen birbirleriyle bağlantı­lıdır.

Eserlerini on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında veren Adam Smith, ücret oranlarının -ücret pazarlıklarında dayanma gücü olmayan- çalışanların yaşamlarını idame ettirmeleri için gerekli en düşük dü­zey­de kaldığını saptadı. Bu durumda üç çarpandan ilkindeki değişim sıfır olur; \hat{u}_d = 0. Çalışan sayısının artışı Maltus’un nüfus yasasıyla sı­nırlandırılmış gözükür, yani bir yerde gelip tıkanır; \hat{C}_d \to 0. Bu du­rum­da sermaye artışının bir tek açıklaması kalır; üretimde kullanılan ortalama emek azalıyordur;\hat e_d < 0. Teknolojik gelişmeyle üretimde kullanılan ortalama emek azaldığın­da, bu teknolojik değişimin yaşandığı dönemde bir önceki dönemden gelen kârlar sermayeleştirilebilse bile sürekli teknolojik gelişim ya­şanmazsa yani e_d sürekli azalmazsa bir sonraki dönemde daha büyük bir sermayeleştirme sorunuyla baş başa kalınır. Rant dönemlerinde ser­maye büyümesi sürekli ve rahat olduğundan \hat {S}_d \approx - \hat{e}_d yaklaşı­mıy­la düşünenler, sermayeciliğin sürekli teknolojik gelişim sağladı­ğını sa­nırlar.

Sermayecilik, bir anlık olağanüstü genişleme getirecek, ondan sonra değer artış süreçlerini alt üst edecek beklenmedik teknolojik geliş­meleri engelleyen mekanizmalar oluşmadan işleyemez. Diğer bir de­yişle sermayecilik beklenmedik teknolojik gelişim yaratmaz, oluşan­ları da söndürür. Yeni bir teknolojik gelişme olanağı doğduğunda hız­la her­ke­sin bundan yararlanması engellenmekle birlikte çok daha ön­ce­den bu­lunmuş olan teknolojik gelişmeler, kestirilebilir bir ser­ma­ye geliş­me patikası oluştuğunda kontrollü olarak devreye girer.

Çalışan sayısında artış

18. yüzyıldan bakışla, sermayenin teknolojiye etkisi konusundaki bu haklı kötümserliğe pek gerek yoktu. Sermaye dinamiği büyük ölçüde modellemelerde yaklaşık sıfır alınan çalışan sayısına dayanmaktaydı;\hat {S}_d \approx \hat{C}_d. Çalışan sayısındaki artış nüfus artışını çağrıştırsa da bu­rada söz konusu olan sermaye büyümesi, gerçekleşmiş nüfus artış oranla­rıy­la karşılanamayacak denli yüksektir.

Çalışanın, sermaye dinamikleri bakımından iki niteliği vardır. Önce­likle malın satılması için talep oluşturur. Sermayenin artması için gerekli olan da budur. Ama piyasadan mal alabilmek, karşılığında piyasaya birşeyler vermeyi gerektirir. Piyasadan mal almak, insanı üretim yönünden de bağlar; piyasaya çalışmak durumunda kalır. Ülke içinde nüfus artmasa da çalışan sayısının artması, daha fazla in­sa­nın daha yoğun biçimde piyasaya bağlanmasıyla olur. Sermayeci iliş­kiler, kent mer­kezlerinden kasabalara köylere doğru yayılır; bu­nun­la birlikte ücretli çalışma da. Bunlara köyden kente doğru göç eş­lik eder. Kent içinde de daha fazla çalışma sermayeleşir. Bir eve hiz­met edenlerin hizmet­leri mallaşır, hizmetçillik kalkar yerine ücretli ça­lışmaya dayalı olarak piyasadan alım yapılır. Evde hizmet veren ev ka­dınları, piya­saya çalışmaya başlar.

Sermayenin ülke içindeki yayılışı sermaye artışını belli süreler idare etse de sermaye, asıl artışını dışa doğru yayılarak gösterir. Yeni bir yerin istilası, üzerindeki insanlarla birlikte herşey büyük ölçüde tah­rip edilse bile hızlı nüfus artışına ve hızla yapılaşmaya olanak verdi­ğinden dolayı olağanüstü sermaye artışına uzun süreler olanak tanır. Bunun yanı sıra ist­ila edilen ya da denetim altına alınan yerlerde yer­le­şik kültürler varsa bunların çalışanları sermaye süreçlerine bağla­na­rak sömürgeci bir sermaye artışı da olanaklıdır.

Piyasa mekanizması

Gelişme olduğunda kaynakların sektörler arası dağılımında yaşan­ma­sı gereken değişimler, piyasalar ne denli müdahalesiz olursa, ne denli ser­best olursa o denli hızlı ve isabetli biçimde sağlanır. Ama sermaye ar­tışını sağlayan üç çarpandaki gelişmeleri, -rant dönemle­rinde bunu sınama gereksinimi hissedilmese de- liberallerin savunduğu üzere ser­best pi­ya­sanın varlığı sağlamaz.

Bir sektörde arz fazlası varsa stoklar birikir, eritmek için fiyatlar düşer ve buna bağlı olarak kâr oranı düşer. Talep fazlası varsa sipariş­ler yetiştirilemez, fiyatlar artar ve buna bağlı olarak kâr oranı artar. Düşük kâr oranı olan sektörlerde yatırımlar azalır, yüksek kâr oranı olan sektörlerde artar. Üretim, zamanla kâr oranı yüksek sektörlerde artar, kâr oranı düşük sektörlerde düşer. Sonuçta arz fazlası olan sektörlerde düşen üretimle arz fazlası, talep fazlası olan sektörlerde artan üretimle talep fazlası elenir. Buna da piyasa mekanizması denir. Piyasa mekanizması, kaynakların arz fazlası olan sektörlerden talep fazlası olan sektörlere kaymasını sağlar.

Ücret artışını sıfır almayı sürdürürsem sermaye dinamiğinin temel denklemindeki geriye kalan iki çarpanda değişmeler gerçekleştiğinde kaynakların nasıl dağılacağı sorunu ortaya çıkar. Çalışanlar, sayıları arttığında bu artan çalışanların emeğiyle hangi ürünlerin üretilmesi gerektiği serbest piyasaya bırakıldığında yerlerini kısa sürede bulur­lar. Teknolojik gelişme olduğunda varolan üretim tekniklerinden bir bölümünün bırakılması gerekir. Buralarda çalışıp uzmanlaşanlar işsiz kalır. Müdahalesiz piyasa mekanizması, bunları yeni çalışma alanla­rına kaymaya zorlar. Acımasız olmakla birlikte serbest bırakılmış pi­yasalar, değişim sonrası dengesini kısa sürede bulur.

Keynesyenizm

Piyasa mekanizması, kendisinden bağımsız olarak gelişen rant dö­nem­lerinden çıkışı engelleyemez. Aksine bunalım dönemine geçişi hız­landırır ve bunalımı derinleştirir.

Bir sektörde ücret oranını azalt­ma olanağı doğduysa, diğer sektör­ler­de de böyle bir olanak vardır ya da bir sektörde ücret oranındaki dü­şüş diğer sektörlerde de benzer dü­şüşleri tetikler. Ücret oranında düş­me oluyorsa bu sek­törlerin ço­ğun­luğunda ücret oranı düşüşü ya­şan­dığını gösterir. Kâr en çok­laş­tı­rı­cı davranışla ücret oranları dü­şer­ken toplamda u_d \times C_d düşer ki bu her sektör için talebin düşmesine ne­den olur. Ortaya çıkan arz fazlası tek bir sektöre özgü değildir. Bir son­raki dönem tüm sektör­lerde, bir yan­dan stok eritmek için fiyatlar dü­şer diğer yandan üretim kısılır ve ça­lışanlar azalmaya başlar; \hat{C}_d < 0. Piyasa mekanizması, çalış­tıkça pi­ya­sa­ları küçültür.

Piyasa mekanizması düzgün çalıştığı halde -yani tek tek sektörlerde mikroiktisadi bakımdan düzeltici etkisi olduğu halde- bir bütün ola­rak ekonomi daralır. Kârın sermayeleştirilememesiyle kalınmaz; üs­tü­ne bir de eski yatırım olanakları azalır. Bu bir değer bunalımıdır. Ser­mayedar, yatırım yapmıştır ve kâr etmiştir. Daha doğrusu kağıt üs­tün­de kâr etmiştir ama bu kârla yapabileceği hiçbir şey yoktur. Salt de­ğer olan kârın değerliği kalmadığı gibi salt artan değer olan serma­ye ar­tacağına azalmaktadır. Dünkü değerler bugünküne uymamakta­dır. Ser­mayecilik, bizzat sermayedarı aldatmıştır.

Mikro temelsiz makroiktisadi çözümleme gereksinimi

Bunalım dönemlerinde fiilen piyasa mekanizmasının, kuramsal ola­rak da çözümlemesini tek tek sektörlerle bireylerin davranışlarına bağlayan mikroiktisadın yetersizliği ortaya çıkar. Soruna çözüm üre­tebilmek için tek tek bireylerin davranışlarıyla açıklanamayacak, mü­dahale edilebilir, yönlendirilebilir bir topluluk davranışının benim­senmesi gerekir. İşte böyle bir topluluk davranışının çözümlemesi olarak makroiktisat bunalım dönemlerinde kendi gerekliliğini hisset­tirir.

Marx’ın Das Kapital‘da politik ekonominin eleştirisi yoluyla sundu­ğu sentez ya da buna uyan iktisadi çözümlemeler -iktisadi düşüncede bir us yarılımına karşılık gelen- mikroiktisatla makroiktisadın ayrıştı­rılmasına yol açmaz. Ama Marx’ın diyalektik sentezi, sermayeciliğin bizzat kendisinin sorgulanmasına yol açtığı için pek hoş karşılanmaz. Özellikle Marx’ın Das Kapital‘in ilk 150-200 sayfalık yoğun ku­ram­sal bölümünden sonra sunduğu diyaloglar, çalışanların nasıl pazarlık ya­pabileceklerine ışık tutar. Birleşerek pazarlık gücü kaza­nan ça­lı­şan­lar, sömürüye karşı direnirken artırdığı ücret oranıyla ser­ma­ye di­na­miğinin temel denklemindeki ilk çarpanı harekete geçi­rir. Bir dö­nem için kâr azaltıcı olan ücret oranlarındaki artış sonra­ki dö­nem­ler­de sermaye için yayılacak olanak oluşturur. Özellikle yir­min­ci yüz­yı­la çok yüksek ücret oranlarıyla giren ABD’nin yirminci yüz­yıl boyun­ca içeride sermaye genişletme olanağı bol ol­du.

İster Marxçı nitelikli olsun, ister başka türlü olsun çalışanların birliği ve pazarlık gücü sermayeciliğin savunucusu liberal düşünceye aykırı­dır ve emeğin sermayeye bağımlılığı (ki yirminci yüzyıldaki ve yir­mi bi­rinci yüzyılın başındaki gelişmelerde bu bağımlılığın, sosyalist dev­rimlerle kırılsa da bir süre sonra yeniden oluşabileceğini gözlem­ledik) liberal düşünceyi ne kadar hata yapsa da fiilen şımarık bir ço­çuk gibi kayırılır hale getirir. Yine de rant dönemindeki gelişmeleri ken­di başarısına yoran liberal, bunalım dönemine girildiğinde üst üs­te gelen bunalımların sorumluluğunu üstlenmektense kendini akade­mi­de kuramsal tartışmalara geri çekmek durumunda kalır.

Çalışanların direnerek aldığı hakları, yüksek ücretlerle modellene­bilir. Kazanılmış hakları geri alma çabası, sektörel ve dönemlik kâr­lar için sermayenin artış olanaklarının törpülenmesidir. Bu törpü­len­me hissedilir olmaya başladıktan sonra (liberalleri çok kıran “za­rarlı” Marx­çı yaklaşım olmamak kaydıyla) liberal serbest piyasacı yak­la­şımın dışında yaklaşımlar aranmaya başlanır. Böylece ortaya çı­kan Keynesyen makroiktisadi yaklaşımın sunduğu enflasyonist para­sal politika, piyasa mekanizmasının daraltıcı işleyişini yavaşlatmayı ya da durdurmayı vaad etti ve kamu harcamalarına dayalı maliye po­litikaları, sermaye dinamiğinin temel denkleminde en azından bir sü­reliğine bir değişiklik yaratma olanağının umudunu doğurdu. Ayrıca çalışanların örgütlenip ücret oranının artmasını sağlaması da Keynes­yen­ler tarafından hoş karşılandı.

Para arzındaki artış, kâr ile sermaye artışı arasındaki açığı kapatabilir. Parasal genişlemeyle kâr oranıyla sermaye artış oranı arasındaki fark kapansa da, bu durum enflasyona neden olur. Beklenen ciro, satılan malın fiyatı artığından dolayı planlanandan daha az mal satılarak el­de edilir; ama stokta mal kalır. Eski fiyatla tüm mallar satıldığında ka­za­nı­lacak para yeni yüksek fiyatla daha az mal satılarak kazanılsa da el­de edilen gelir, yalnızca kendi malının değil tüm malların fiyatı art­tı­ğın­dan dolayı üretimi önceki dönemlerde olduğu düzeyde tutmak için harcanması gerekenin fazla üstüne çıkmaz hatta altında bile ka­la­bi­lir. Gerçekleşmesi beklenen gerçek kâr oranına eşit bir nominal kâr ora­nına ulaşılsa da gerçek kâr oranı bunun altında kalır. Ayrıca en­flas­yon sermayenin yalnızca artan bölümünü etkilemekle kalmaz ser­ma­yenin tümünün gerçek değerini düşürür. Sorun çözülmemiştir.

Önceki paragrafta para arzının artışını, sanki ek banknot basılmış ve pi­yangoyla rastlantısal biçimde karşılıksız olarak dağıtılmış gibi ele al­dım. Halbuki para arzı artışı, merkez bankasının kamu kesimine borç vermesi biçiminde olur. Kamu kesimi bu ek parayı piyangoyla da­ğıtmaz, kamu harcaması olarak kullanır. Hükümetin harcamaları ya da daha genel olarak (belediyeler gibi kamuyu temsil eden diğer ku­rumların harcamalarını da kapsayacak biçimde ifade edersem) ka­mu harcamaları \inline \left( H_d \right), çalışanların harcamalarının ve yatırım harca­ma­la­rının yanında yeni bir talep bileşenini oluşturur. Gerçek olarak ba­kıl­dığında kâr oranıyla sermaye büyüme oranı arasındaki açığı kamu har­camasının toplam sermaye içindeki payı \left( h_d = H_d / S_d \right) kapatabilir. \inline \hat S_d - k_d = h_d olabilir. Kamu harcaması kullanılarak uygulanan genişletici maliye politika­larıyla kârın yeniden sermayeleşebilmesi için gerekli gerçek talep olu­şur. Para arzı sabit kaldığında ekonomideki toplam işlemler artı­yor­sa para değerlenir, deflasyon olur. Para arzını değiştirerek uygu­la­na­cak genişletici parasal politikalarla deflasyon önlenir; deflasyonun ge­tireceği türbülanslara düşmektense biraz enflasyona yol açacak ge­niş­letici parasal politikalar yürütmek yeğlenir .

Hem kamu kesiminin hem de merkez bankasının kendi alanlarında kullanabilecekleri başka politika aletleri de vardır. Kamu kesimi için vergi ya da teşvikler, merkez bankası için açık piyasa işlemleri ger­çekçi makroiktisadi çözümlemelerde ihmal edilemez. Bunların eklen­mesi, formel modellemeyi buradaki basitliğin ötesine taşır. Net nicel bağlantılara girmeden hızla değinirsem, kamu kesimi vergiler ve teş­vikleri kullanarak kâr oranını, merkez bankası açık piyasa işlemlerini kullanarak faiz oranını etkileyebilir.

Makroiktisadi çözümlemeyle birlikte piyasadaki mikroekonomik ka­rarları verenlerin -ki kendi özel çıkarlarını gözeterek davranırlar- yanına sermaye artışının istikrarını gözeterek davranan iki makroeko­nomik karar verici eklenmiş oldu. Merkez bankasının sahip olduğu para basma konusundaki tekel gücünün ve kamu kesiminin sahip ol­duğu vergi toplamak için gerekli zorlama gücünün küresel boyutlarda meşrulaştırılmasının olanaksızlığından dolayı bunlar ulusal devletler tarafından sağlandı; uluslararası eşgüdüm ve senkranizasyon için uluslararası kuruluşlar oluştu.

Keynesyenizmin kabusu

Sermayeci bunalıma makroekonomik çözümün gizi, ulusal devle­tin kamu harcaması ile ek talep yaratmasında yatar. Bu harcamanın ne olacağı önemli değildir. İşsiz kalmış çalışanlar, kamu kesiminde istih­dam edi­lip bir yerde bir gün toprak kazdırılsa ertesi gün doldur­tul­sa ve bu böyle sürüp gitse yeterlidir. Ancak sermayeciliğin müsrif­li­ğini açıkça ortaya çıkaracak böyle bir uygulama, vicdanları rahatsız eder. Bir de kamu harcamasının sürekli artan boyutlarda olması ge­rek­tiği dü­şünülürse siyaseten uygulanabilir değildir. Kamu har­ca­ma­sı­nın ya­rarlı gözükmesi kaçınılmazdır. Bu durumda, önce yol, köp­rü, çevre düzenlemesi, baraj yapımı gibi yararlı görülen harcamalar se­çe­nek olarak belirir.

Özel kesimin yatırım yapabileceği alanlara yapılan kamu yatırımları, ser­mayenin zaten yatırım yapacak yeni alanlar bulamadığı bunalım dö­neminde sorunu ağırlaştırır. Bu durumda kamu yatırımları, kârlı ol­mayan alan­larda yapılır ki kâr gözetmeyen bu harcamaları yatırım de­ğil kamu harcaması olarak görmek yerinde olur. Üstelik, kamu ya­tı­rımları ge­lecekteki düşük vergilere karşılık şimdi fazladan toplanan ver­giler olarak ussallaşır ve ideal olarak özel yatırımlarda eşit dü­zey­deki bir azalmaya neden olması beklenir. Yine de kullanılmamış ser­ma­yeleş­me olanakları çok olan “az gelişmiş” ülkelerde mülkiyeti ka­mu kesi­minde olan, özel yatırımları engellemeyen bir sermayeleşme se­çeneği olarak kamu yatırımları uygulanabilir nitelik kazandı. Bu­ra­da aksini belirtmediğim sürece basitlik için yatırımların tümünün özel yatırım­lar olduğunu, kamu kesiminin yalnızca harcama yaptığını varsaydım.

Talep eksikliğinden dolayı kârı yatıracak yer bulamayan sermayeye bir çözüm olarak gelişen ve -dönemsel sapmaların birbirini götürdü­ğü düşünülürse- istikrarlı büyümeye karşılık gelen makroekonomik po­litika uygulamaları, her dönem yeniden ve öncekilerden daha bü­yük boyutta yapılacak harcama bulunmasını gerektirir. Her yer yol, köp­rü, bina, çevre düzenlemesi, baraj vesaireyle dolduğunda ek talep ya­ratmakta tıkanıklık ortaya çıkar ve bunların sürekli artarak sürece­ği­ne dayalı sermaye değerini yitirir. Bu durum makroekonomik uy­gu­lamaların yokluğunda karşılaşılmış olandan daha ağır bir bunalıma yol açar. Enflasyona rağmen, yani piyasalar piyasa mekanizmasıyla de­flasyonist bir daralmaya gitmedikleri halde sermaye küçülmeye baş­lar; stagflasyon baş gösterir. Keynesyenizmin kabusu diyeceğim bu olasılık, daha Genel Kuram‘ın yazıldığı dönemlerde farkedildi, ama “vakti geldiğinde düşünülür” tarzında yaklaşımla savuşturuldu.

Makroekonomik çözümün sonuna her gelindiği sanıldığında yeni olanaklar çıktı. Yol, köprü vesairenin yanında yaygın eğitim ve sağlık hizmetleri gibi kamu harcaması türleri ortaya çıktı. Soğuk savaşta, silahlanma harcamaları arttı ve ordu gittikçe genişledi. Akademik çalışmalar arttı. Uzaya açılma planları yapıldı; denemeler ek harcama oluşturdu.

Uzun denilebilecek bir süre makroekonomik önlemlerle idare edil­dikten sonra 1960’larla birlikte tıkanıklık belirdi. Çıkarılan savaş, nük­leer tehlike vs 1960’larda temel sorunu gözlerden ırak tuta­bil­miş­se de 1970’lerde makroekonomik önlemlerin artık çözüm ol­ma­dığı açıkça ortaya çıktı. Dünya sonunda fiilen stagflasyonla tanış­tı.

Makroiktisadın itibar kaybı

Makroekonomik çözümü yeniden gözden geçirirsem; dönem sonunda S_{d-1}‘ye ek olarak k_{d-1} oranında kâr elde etmek üzere d-1 dö­ne­min­de emeğe ve üretim araçlarına toplam S_{d-1} yatırım yapılmıştır. Dönem so­nunda \left( 1 + k_{d-1} \right) \times S_{d-1} değerinde mal üretilmiştir. Yatırım yapan ser­ma­ye­darların harcamaları ihmal edildiğinde bu mallara talep, bir sonraki dö­nemde üretim yapacak işçilere verilen ücretler ve üretim araçlarına ya­pılacak yatırımlardan kaynaklanacaktır ki bunlar bir sonraki dö­ne­min toplam sermayesini (S_d) oluşturur. \left( 1 + k_{d-1} \right) \times S_{d-1} = S_d ise sermaye sorunsuz büyür. Sorun \left( 1 + k_{d-1} \right) \times S_{d-1} > S_d olduğunda çıkar ve bu sorun bir süreliğine makroekonomik önlemlerle çözülebilir. Ara­da­ki farkı sağlayacak gerçek kamu harca­ması yapıldığında, top­lam talep S_d + H_d olup \left( 1 + k_{d-1} \right) \times S_{d-1} = S_d + H_d olduğundan bir dönem önce (d-1 döneminde) yapılan yatırım için k_{d-1} oranında kâr ger­çek­leş­miş olur.

Kamu harcaması vergilerle yapılıyorsa kârın bir bölümü ya da kâr ola­rak soğurulmamış olan artıdeğerin bir bölümü harcasın diye ka­mu­ya aktarılır. Enflasyon, gerçek sonucu bakımından -bir farkla- ver­gi­lendirmeye özdeştir. Enflasyon vergisinin farkı, nominal olarak kâr edil­mesine karşın gerçek kâr oranını eksi yapabilmesinde yani ser­ma­yeden yemeyi başarabilmesindedir. Kamu kesiminin yaptığı har­ca­manın kuramsal olarak yararlı olmasına gerek yoktur ama her ya­pılan harcama kendiliğinden değer olduğu anlayışı yanıltıcıdır. Ka­mu har­camasının çukur açıp kapamakta olduğu üzere yararı yoksa bu değer düzeninde sarsılmaya yol açar, toplulukta oluşan huzursuzluk böyle harcamaları durdurur. Yol, baraj yapımı, sağlık ve eğitim hiz­metlerinin geliştirilmesi gibi yararlı harcamalar da bir yere kadardır. İster vergilendirme, ister para basarak sağlansın kamu gelirlerini ya­rar­lı gerçek kamu harcaması olarak kullanma olanaklarının sınırına ge­lindiğinde \left( 1 + k_{d-1} \right) \times S_{d-1} - S_d değerinde gerçek ka­mu har­caması yap­mak olanaksızlaşır. Yeniden ve bu kez mak­ro­e­ko­no­mik ön­lemler­le aşı­lamayacak bir bunalım dönemine girilir: k_d > \hat {S}_d + h_d.

Makroekonomik çözümü bulunmayan bunalım dönemine girildiğin­de “şu koşullarda kamu harcamasını artır, bu koşullarda azalt”, “şu koşullarda vergileri artır, bu koşullarda azalt”, “şu koşullarda para ar­zını artır, bu koşullarda azalt”, “şu koşullarda faizleri düşür, bu ko­şullarda artır” biçimindeki ya da benzeri biçimlerdeki makroekono­mik reçeteler, yalnızca nicel olarak yanıltmakla kalmaz nitel olarak tersi sonuçlar vermeye başlar. Gittikçe yükseltilen enflasyona karşın daralma yaşanır; faiz oranları artık daha fazla düşemeyeceği düzeylere kadar düşer, hatta eksi gerçek faiz oranları gerçekleşir. Sermayeleştirilebile­ceği halde sermayeleştirilemeyen çalışma zamanı olarak işsizlik art­tıkça artar.

Keynesyen aşamanın kabusuyla birlikte makroiktisat, sonuçla­rın­da isa­betsiz olduğundan irtifa kaybet­meye başladı. Paranın nötrlü­ğün­den (ne­dense sü­rekli yükselen) “doğal” işsizlik oranlarına kadar bir çok ku­ramla bildik makroiktisadi bilgelik sorgula­nır oldu. Ancak bun­lar olumsuzlayıcıydı, bir türlü olumlu olup isabetli politika öne­ri­le­rine varamadı. Mikroiktisadın mühen­dis­lik­vari uygulamalı bir alt da­lına dönüştürülmesi yoluyla fiilen mak­ro­iktisadın tasfiyesi ça­ba­ları baş­ladı.

Uluslararası iktisat

Aslında sorun makroiktisat sorunu değildi; sermayeciliğin değer bu­na­lımı sorunuydu. Yalnızca, kapalı ulusal ekonomilere dayanan ha­liy­le makroiktisat, bu dönemde soruna çözüm getirmekte yetersiz kal­dı. Bu koşullarda uluslararası ekonomik etkinlikler önem kazandı.

Uluslararası ekonomi söz konusu olduğunda, ülkeler arası ilişkiler bakışımsızdır. Bir yanda bildik ve görülebilir sermaye genişletme olanaklarını tüketmiş “gelişmiş” ülkeler, diğer yanda en azından ge­liş­miş ülkelerle karşılaştırıldığında sermayeleşmenin erken bir dö­ne­min­de olan ve daha gerçekleştireceği sermayeleştirme olanakla­rına sa­hip “az gelişmiş” ya da “gelişmekte olan” ülkeler bulunur. Parasal iliş­kiler bakımından da bir bakışımsızlık söz konusudur. Bir para bi­ri­mi (tarihsel olarak ABD doları) ait olduğu ulusun dışındaki ül­ke­le­rin kendi aralarındaki ekonomik ilişkilerde de kullanılırken -örneğin ABD dışında da dolarla ödeme ve diğer işlemler yapılabilirken- diğer ülke pa­ra birimlerinin geçerlilikleri büyük ölçüde kendi ulusal sınır­la­rı için­de kalır.

Kamu kesimi, borçlanmasını aslen merkez bankasından yapar. Mer­kez bankası para basar, bunu borç olarak kamuya verir ve fiilen ne fa­izini ister ne de borcu bir daha geri çağırır. Doğrudan ya da dolaylı ola­rak dış borçlanmaya giden kamu kesimiyse, ulusal mer­kez ban­ka­sı yerine yabancı finansörleri koyar. Yabancı finansörler, faiz tale­bin­de bulunur ve anaparasını geri isteyebilir. Başlangıçta bu durum ken­di­sini hissettirmez. Karikatürize edildiğinde merkez bankası, u­lus­la­r­arası kabul gören para birimini basma tekelini elinde bu­lun­du­ran yabancı bir merkez bankasıyla ikame edilmiş gibidir. Böy­le­ce, dı­şa­rıda kabul görüp kullanılan para birimine sahip gelişmiş ül­ke­ye “mer­kez” dersek merkezde sermaye birikiminin yeni bir ola­nağı san­ki bulunmuş gibi olur.

Merkez ülkenin merkez bankası para basar ve bu para borç olarak çev­re ülke kamu kesimine verilir. Bu durumda, merkez ülkede para­sal genişleme olurken çevreden yapacağı ucuz ihraçtan dolayı enflas­yon gerçekleşmeyecektir; ne üdüğü belirsiz hizmet sektörlerinin ge­lişmesiyle de istihdam sorunu çözülecektir. Yeni gelişen hizmet sek­törlerinde çalışanların artmasıyla bu çalışanlar ve bunlara bağlı ya da bunlarla birlikte yaşayanlar, ne iş yaptıklarının anlaşılması zor olan bu sek­törleri değerli olarak meşrulaştıracak tezleri canı gönülden top­lu­luğa yayacaktır.

Merkez ülke ve çevre ülke ayrımına dayalı olarak yapılan ve çevre ülke gelişmiş bir ülke durumuna gelinceye kadar sürmesi beklenebi­lecek bu çevreyi zımni olarak sömürgeleştirme tasarımı, daha sonraki gelişmelerin nüvelerini içinde barındırmakla birlikte fiiliyatta uygu­layıcılarını kısa sürede (1970’lerin hemen sonunda) hüsrana uğrattı. Ortaya çıkan borç bunalımında çevre ülkelerin bir çoğu iflas etti.

Neoliberalizm

Çevre ülkeleri borçlandırma yoluyla sömürgeleştirmenin bu deneme­si başarısızlığa uğrarken makroekonomik önlemlerle istikrar döne­minde oluşmuş koşullar, iki yeni sermayeleştirme olanağını sağladı; özelleştirme ve kamu borçlanması.

Sermaye dinamiğinin genişletilmiş denklemine bakıldığında bir yan­da \left( 1 + k_{d-1} \right ) \left(u_{d-1} \times C_{d-1} +\vspace{10pt} ^SS_{d-1} \right ) değerindeki önceki dönemde üretilmiş olan ve satışı bekleyen ürünler, di­ğer yanda bu dönemde yapılacak üretim için çalışanların aldığı üc­retler \left( u_d \times C_d \right ), üretim araçlarına yapılacak yatırım \left( ^SS_d \right ) ve ka­mu harca­masından \left( H_d \right ) oluşan talep bulunur. Bu resimde daha ön­ce­ki dö­nemlerde kamu harcamalarıyla oluşmuş ve yararlı olan iktisadi varlıklar görünmez.

Daha önce ücretsiz geçilen yollar ve köprüler ücrete bağlanabilir. Bunlar kamu mülkiyetindeyken ücret uygulandığında ayrımcı bir vergilendirme yapılmış olsa da ücretlendirme olanaklıdır. Kamu har­camalarının bu tür düzenli gelir getiren ürünleri, ekonomik varlıklar olarak gelecekteki gelir akışına bağlı olarak sermayeleştirilebilir. Ya­ni ortada sermaye dinamiğinin temel denkleminde gözükmeyen yeni bir sermayeleştirme olanağı vardır. Bu da ^SS_d‘nin genişlemesi de­mektir.

Özelleştirmeyle birlikte kamu harcaması anlamını yitirir. Kamu harcamasına konu olan alanların büyük bölümü ya özel sektö­re bı­ra­kılır ya da kamu kesimi sanki bir özel sektörmüş gibi davranıp son­ra­dan özelleştirmek için yatırım yapar; her iki koşulda da H_d fiilen düş­müş olur. ^SS_d‘deki artış stokta bir artıştır, bir kere olur; hal­bu­ki H_d‘deki düşüş akımlardaki bir düşüştür, her dönem yinelenir. Birin­cisindeki artış ikincisindeki düşüşü büyüklük olarak telafi edip üstüne bir dönemlik çıkar. Sonraki dönemlerde ikincisindeki düşüş varlığını sürdürür ve bunalımın hissedilmemesi için açığın başka yol­lardan kapatılması gerekir.

Kamu harcamaları düşse bile bu, ister enflasyon vergisi ister doğru­dan toplanan vergi olsun vergilerde düşüşü gerektirmez. Vergiler bir kere toplanabiliyorsa ne olursa olsun toplanır; artırılabiliyorsa ne o­lur­sa olsun artırılır. Vergi gelirlerinin yapılabilen kamu harcamala­rın­dan fazlası, düzenli bir gelir akışına karşılık geldiğinden dolayı ka­mu ke­simi, gelecekteki bu fazlalıklardan oluşan gelir akışını, şimdi borç­la­narak sermayeleştirebilir. Borçlanmayla elde edilen gelir bir ke­relik­tir; bir yolu bulunup harcanır; hiç bir yol bulunamıyorsa bir sa­vaş çı­karılıp savaş harcamaları olarak kullanılır.

Yatırımların değerlendirilmesi ve mali köpük

Gerek özelleştirmeler, gerek kamu borçlanması temelde sermayeleş­tirme mantığıyla yapılır. Sermayeleştirme ve buna bağlı olarak mali hesaplar bir sürü kargacık burgacık formülle doludur. Dönemler arası değer ilişkisi ve riskin karşılanması biçiminde anlamlandırılan bu akıl yürütmeler neredeyse tamamen zihnidir. Bu zihniliklerle ussal­laş­tı­rıl­ma­ya çalışılan gerçek ilişkilerse, farklı dönemlere ait olan şey­le­rin zihnen eşanlılaşmasına karşılık gelir.

Önceki dönemde üretilmiş ürün bu dönemde arz edilir ve değerinin \left( 1 + k_{d-1} \right )\vspace{15pt} ^SS_{d-1} olması beklenir. Bu dönem ücretlerle, yapılan yatırımlarla ve kamu harcamasıyla \inline S_d + H_d değerinde talep vardır. Fiyat değişiklik­lerini yokumsarsam bu zihnen geçmiş ile şimdi arasındaki, fiilen arz ile talep arasındaki ilişkide bu ilişkiden önce belirlenmemiş olan yal­nız­ca kâr oranıdır. Arzın talebe eşitlenmemesi, zihnen dönemler arası tu­tarsızlık, fiilen zihinle gerçek arasındaki uyumsuzluktur.

Hatıra, gerçekleşme ve beklentinin doğaları farklıdır. Hatıra yanlış hatırlanabilir; beklenti yanlış çıkabilir; gerçekse kaçınılmazdır. Bek­lenti sınanır; hatıra sınanamaz. Hatıra, gerçekleşme ve beklenti insa­nın zihninde eşanlı olarak belirir ve neredeyse her keresinde doğa farklılıkları ihmal edilir. Ancak bunlar salt zihni olsaydı bunları dü­şünme de fiilen boşuna düşünme olurdu.

Hatıra, gerçekleşme ve beklenti, insanların davranışları üzerinden et­kilerini piyasada fiilen hissettirirler. Piyasadaki malın üretilmiş olma­sı hatıradır; kullanılabilir olmasıysa gerçektir. Çalışma ve yatırım gerçektir; bunların vereceği ürünse beklentidir.

İçinde bulunulan d dönemi için k_d‘nin ne anlama geldiği karışıktır. Bir dönem öncesine gidip inline J_{d-1} tane değişik sermaye yatırımı yapıldı­ğını düşünelim. Bunlardan diğerleri gibi d döneminde satılıp k_{d-1} ora­nında kâr elde edileceği beklenerek yapılmış S_{j,d-1} değerindeki j. yatı­rımla \left( 1 + k_{d-1} \right )S_{j,d-1} değerinde mal üretildi.Yine diyelim ki işler yolun­da gitti ve malların tümü satıldı. Aynı miktarda mal üretmek için S_{j,d-1} harcama yapıldı ve kasada daha harcanabilecek k_{d-1}S_{j,d-1} değerinde ge­lir kaldı. Ek yatırım olanakları yoksa bu para elde kalır, artan değer ni­te­liğini yitirir, sermayeleşemez. Daha düşük kâr oranlarına razı olup ser­mayeleştirme denense de yatırım koşulları buna izin verme­yebilir.

Bir başka \left(j'. \right ) sermaye yatırımından mal üretildiğini ama hiç satıla­madığını düşünürsek bir önceki dönemde \left( 1 + k_{d-1} \right )S_{j',d-1} de­ğe­ri­ne yükseleceği beklenerek S_{j',d-1} değerinde yatırım yapıldıydı; yani o dö­nem­den bakışla bu yatırım _{d-1}S_{j',d-1}\vspace{15pt}=\vspace{15pt} S_{j',d-1} değerinde serma­yeydi. Ancak bu­nun sermaye olup olmadığı bir sonraki dönemdeki gerçekleşmeye bağ­lıdıydı. Bir sonraki dönemde bunun gerçek serma­ye olmadığı or­ta­ya çıktı; d döneminden bakışla bu sermayenin değeri _dS_{j',d-1}\vspace{15pt}=\vspace{15pt} 0 oldu. Yani _{d-1}S_{j',d-1}\vspace{15pt} \neq \vspace{15pt}_dS_{j',d-1} olduğundan sermayenin değeri, hatta sermayeliği dönemden döneme değişti. Bu durumda ortada bu yatırı­ma özgü bir değer bunalımı vardır.

Tek tek yatırımlara özgü raslantısal sapmalar olarak değer karışıklık­la­rı, risk hesaplamaları kullanılarak sigortacılık mantığıyla ussallaştı­rı­lıp aşılabilir. Ama düzenli ve tüm yatırımları etkileyecek biçimde ge­lişen değer karışıklıkları -olumluları başka yerdeki olumsuzların et­ki­sini götürecek beklenmedik gelişmelerin sonucu değildir dola­yı­sıy­la- böyle aşılamaz.

Tek tek yatırımların kâr oranı, bazısında yüksek bazısında düşük olsa bile yine de piyasadaki tek bir kâr oranından söz edilebilir. Bu oran, tek tek yatırımların kâr oranlarının ortalaması değildir. Bazı yatırım­ların “hatalı” olduğu düşünüldüğünden bunların zararı da kârı da he­saba katılmaz. Bazı yatırımların kâr oranı dönemsel olarak olağanüs­tü yüksek ya da olağanüstü düşük görülür ve düzeltmeler yapıldıktan sonra piyasada normal kabul edilen kâr oranı ortaya çıkar. Yatırımlar, bu kâr oranına \left( k_d \right ) göre yapılır ve değerlendirilir.

Tek tek tüm yatırımlar üzerinden toplama yapıldığında, bir önceki dönemden bakışla piyasaya sü­rülen mallara yapılmış olan yatırım _{d-1}S_{d-1}= \sum^{J_{d-1}}_{j=1} S_{j,d-1} değerindedir. Bu mallara karşı ancak S_ddeğerinde talep vardır. Bu dönemden bakıl­dı­ğın­da, yani bu dönem­ki gerçekleşmelerle değerlendirildiğinde bir ön­ce­ki dönemki sermaye _{d}S_{d-1} = S_d / (1 + k_{d-1}) değerindedir. Bunalım, _dS_{d-1} < \vspace{15pt}_{d-1}S_{d-1} ol­du­ğun­da çıkar.

Yatırımı başarılı olan ve beklediği kârı yapan yatırımcıya dönersem sorunu gelirini nereye yatıracağıydı. Bunalım koşulları altında yatıra­cak ye­ni yer bulamaz; diğer bir deyişle ya başkasının sermayesini dev­ralır ya da sermayesini artıramaz. Ekonomi bo­yunca bakıldığında bu yatırımcının yaptığıyla sermaye artmaz. Diğerlerine de ba­kar­sak, bir dönem önce toplamda _{d-1}S_{d-1}değerinde yatırım yapıldı ve daha sonra bunun değerinin dS_{d-1} < \vspace{15pt}_{d-1}S_{d-1} olduğu ortaya çıktı. Do­la­yısıyla boşa yatırım yapmaktansa yatırımları kısmak daha uy­gun­dur. Ancak bu durumda bir yandan kâr oranı düşer diğer yandan da bir sonraki dönem değeri _{ d + 1}S_d < \vspace{15pt} _dS_d olacağından toplam sermaye da­ralmayı sürdürür.

Beklenti üzerine beklentiye dayalı düşünme, zaman geçse de odağı hep gerçekleşmemiş gelecekte tutar; buysa beklentinin sınana­bi­lir­li­ği­ni ortadan kaldırır. Diyelim ki j. yatırım ne yatırımın ya­pıl­dığı dö­nem­den bakışla \left(_{d-1}S_{j,d-1} \right ) ne de kârın gerçekleştiği dönem­den ba­kış­la \left(_dS_{j,d-1} \right ) ama daha ileri bir dönemden \left(_{d+\delta }S_{j,d-1} \vspace{15pt}, \vspace{15pt}\delta>1 \right ) ba­kış­la de­ğer­lendirildi. Bu durumda sermayeye hatıra ve gerçekleş­me­ler­den ba­ğımsız bir köpük eklenebilir.

Gerçekleşmelere dayalı olarak j. yatırımın değerinin 100 lira olduğu­nu düşünelim. Bir de her dönem piyasadaki faiz oranında (diyelim ki yüzde 10 oranında) büyüyen ve d döneminde K_d = 10 lira olan bir mali köpük var. Bu köpük bu dönem 10 lira; sonraki dönem 11 lira, ondan sonraki dönem 12 lira 10 kuruş değerinde olacak; ve bu böyle sonsu­za kadar sürecektir. Bu köpük her dönem j. yatırımın ger­çek­leş­me­lere dayalı değerine eklenip bu yatırım yatırımcılara köpüklü fiyatın­dan satılabilir. Yani bu yatırımın hisseleri toplamda bu dönem 110 liraya; sonraki dönem 111 liraya; ondan sonraki dönem 112 lira 10 kuruşa alıcı bula­bilir; ve bu sonsuza kadar böyle devam edip gidebilir. Hal buysa mali köpük gerçekleşmiş olur.

Toplam sermayede ortaya çıkan bunalım, -ideal olarak beklenmedik olumludan alıp başka yerdeki beklenmedik olumsuza aktarma yoluy­la- gerçekleşen sigortacılık etkinliğiyle çözülemez; çünkü olumsuz­luk toptandır. Böyle bir durumda, hatıra ve gerçekleşmelerle bağı kop­muş biçimde beklentilerle düşünüldüğünde mali köpük zihnen bir çö­züm­müş gibi belirebilir.

Her yatırıma ve her türlü sermayeleştirmeye her an hiç bir zaman gerçek bir karşılığı bulunmayan K_{j,d} = \left( 1 + k_{d-1} \right ) K_{j,d-1} değe­rinde bir mali kö­pük \left( K_{j,d} \right ) yapışabilir: S^K_{j,d} = S_{j,d} + K_{j,d}. Tüm ser­maye yatırımları üzerinden toplandığında köpüklü toplam sermaye S^K_d = S_d + K_d olur:\sum^{J_d}_{j=1} S^K_{j,d} = \sum^{J_d}_{j=1} S_{j,d} + \sum^{J_d}_{j=1} K_{j,d}

Köpüklü değerli kağıt bir başkasına satılabilir, ancak köpüklü toplam sermayeye bakıldığında toplam köpüğün hiç bir getirisi yoktur, ser­maye değildir. Varolan ekonomik zenginlik S_d iken toplam finansal zenginlik S_d + K_d değerinde görünür. Diğer bir deyişle, karşılığı olma­yan fazladan K_d değerinde finansal varlık vardır. Makroekonomik zenginlik fiilen de zihnen de S_d değerindedir. Ancak elinde köpüklü değerli kağıt bulunduran biri, bu değerli kağıdı köpüklü değeri üze­rinden satıp karşılığında gerçek ekonomik değeri olan şeyler alabilir. Bu bakımdan, mikro­ekonomik olarak hem zihnen hem fiilen toplam S_d + K_d değerinde zen­ginlik vardır.

Neoliberal aşamada, makroiktisadi çözümleme göz­den düştüğünden ser­maye tamamen hayali olarak köpükler üze­rinden de rahatlıkla bü­yü­yebilir.

Kamu harcamasının estetikleşmesi

Değer yaratma süreçleri değil yaratılmış olan değerlerin el değiştir­mesi öne çıktığından neoliberal aşamayla birlikte odak, üretim ve tü­ke­ti­me dayalı gerçek ekonomiden uzaklaşıp mali ilişkilerde yoğun­laş­tı. Makroekonomide özelleştirme ve kamu borçlanması politikala­rı­na dayanan neoliberalizm, uygulamada makroiktisadi ussallıktan uzak­la­şıp duyarlılıklara dayalı icraatlarda bulunan kamu yönetiminin yo­lu­nu açtı.

İster hükümet ister belediye ister kamuyu temsil eden başka bir tüzel kişi görünümünde olsun kamunun çalışanlardan aldığı vergi, kâr ola­rak soğurulmamış ya da soğurulamamış artıdeğerdir. Sermayeci pi­yasa koşullarında bu artıdeğere kamu tarafından el konulmasa şu ya da bu biçimde kâra dönüşür. Tüm vergilerin fiilen kârdan kesinti ol­duğunu düşünmek yanıltıcı değildir. Ancak sermayeci ilişkilerin sür­mesi için, çalışanların bu vergilerin kendilerinden kesildiğini, vergi­lendirilmeseler kendilerinin harcayacaklarını düşünmeleri gerekir; böyle de olur, kendilerini vergi veren olarak düşünür ve vergilerin harcanma biçimini sorgularlar. Beğenmezlerse harcama nihayetinde bir değere karşılık gelemez.

Sağlıktan enerjiye, köprüden eğitime neyi var neyi yok elindeki herşe­yini özelleştirme durumunda kalmış olan kamunun yönetimine gelen­lerin elinde harcanması gereken özelleştirme gelirleri, gelecek vergi­lerin sermayeleştirilmesine karşılık gelen kamu borçlanmasıyla elde edilen gelir ve nihayetinde gittikçe genişleyen vergi olanakları bulu­nur. Bunları bildik yararlı işlerde harcayamaz çünkü bu alanlar özel sek­töre bırakılmıştır. Yaptıkları harcamalar yararlı ola­maz ama “vergi ve­ren”lere beğendirmeleri gerekir. Böylece kamu, yararlı olmayan ama cezbedici, estetik değeri yüksek projeler geliş­tirmek durumun­dadır.

Hayalle gerçeğin birbirine karıştığı böyle neoliberal aşamada, temsil gü­cü olmayan yani tercihleri çalışanların gerçek tercih­lerine uy­ma­yan yönetimler, vergilerden çok özelleştirme gelirlerine ve borçlara da­yalı harcama yapıyor ve sermayeleştirme formülünde ge­lecek gelir akışına karşılık düşen gelecek hayali getirilere dayalı ola­rak, saçma pro­jeleri hayata geçiriyor. Kamu harcamalarının giderek daha fazla oran­da estetikleştiği bu aşama, rüya gibi gelip geçiyor.

Neoliberal merkez

Neoliberal aşama, merkez ülkeler olan İngiltere ve ABD’de 1980’lere gi­ri­lece­ği yıllarda başladı. Özelleştirme, kamu borçlanması, kamu har­camalarının kısılması, mali işlemlerin ekonomide öne çıkması, ma­li köpük oluşumu biçiminde tezahür eden neoliberal makro­eko­no­mik değişim giderek yaygınlaştı.

Mali piyasaların başat olduğu neoliberal aşamada emtiadan altına, gay­rimenkulden firmaya kadar mali piyasalarda el değiştiren ne varsa fi­yatlandırılması piyasa mekanizmasından uzaklaştı. Merkez bankası, ban­kalar ve diğer finans şirketlerinin yönetimlerinden oluşan, kader bir­liği etmiş küçük bir grubun bu piyasalar üzerindeki piyasa gücü ne­redeyse mutlak duruma geldi. Fiyatlar arz-talep mekanizmasıyla de­ğil, bu grubun içindekilerin oynadıkları oyunlarla belirlenir oldu. Mal piyasalarında da büyük dağıtım şirketleri ve perakende zincirle­ri, piyasadan gelen sinyalleri toplamakla birlikte bunlara ekonomik be­cerikliliği artırıcı yönde değil, sermayenin kârını en çoklaştırıcı yön­de tepkiler verdiler; fiyat oluşumunda piyasa mekanizması değil, bun­ların kararları belirleyici olmaya başladı. Neoliberal aşamanın li­be­ralliği nominaldır, adındadır, görüntüdedir; gerçek liberalliği ne­re­dey­se sıfırdır. Başka bir deyişle neoliberalizm, nominal olan ger­çek gö­rülebildiğince liberaldir.

Neoliberal aşama özellikle elektronikte ve bağlı olarak iletişim ve ro­bot­laşmada, genetikte, enerji üretiminde ve inşaatta hissedilir tek­no­lo­jik değişikliklere rastladı. Böyle durumlarda bir yandan toplam ser­ma­ye içinde çalışanların payı düşerken diğer yandan da yeni çalış­ma alan­ları bulunmadığı sürece çalışan sayısı da düşer. Üretimden ser­best kalan çalışanları istihdam edecek biçimde hizmet sektöründe hem genişleme oldu hem de yeni alanlar ortaya çıktı. Hizmet sektörü emek yoğun ise sermaye süreçlerinde çalışan sayısını artırmakla bir­likte emeğin sermaye içindeki ortalama payını düşürür. Hizmet sek­törleri de gittikçe sermaye yoğun hale gelerek bu düşüşü sınırlı tut­tu giderek artışa çevirdi. Neoliberal aşamada üretim bakımından ser­maye genişlemesi, sanayi ve tarımda teknolojik gelişme ve emek yo­ğunluğunun azalması ve hizmet sektörlerinin şişmesi yoluyla ger­çek­leşti.

Kamu harcamalarının neredeyse tüm alanlardan çekilmesiyle birlikte, ka­mu harcamalarının çalışanların kullandığı ek gerçek gelire karşılık gel­di­ği net biçim­de ortaya çıktı. Sermaye dinamiğinin temel denk­le­mi­ne ek­lenen ka­mu harcamasının, makroiktisadi çözümlemede doğ­ru­dan üc­ret ora­nında artış olarak değerlendirilmesinin yanıltıcı ol­ma­dı­ğı be­lir­ginleş­ti. Daha önce bedava kullandıkları kamu hizmetlerine ya da ka­mu harcamalarının ürünlerine, çalışanlar artık ödeme yap­mak du­ru­mun­da kaldı. Bu da ücret oranındaki artışla olanaklı ola­bi­lir­di. Salt zih­ni olan kafa karıştırıcı mülkiyet tartışmaları ve mali he­sap­lamaları bir yana bırakılıp kimin tükettiğine bakıldığında, kamu hiz­metlerini ya da kamu harcamalarının ürünlerini çalışanların kul­lan­dığı ve bor­dro­larında görünmeyen ama fiilen kullandıkları eko­no­mik değerler ola­rak gerçek ücret hesaplamalarına doğrudan girebi­le­ce­ği görülür. Bu durum, neoliberal aşamada çözümlemeyi ko­lay­laş­tı­ran bir yak­la­şım ol­maktan çıkıp fiili zorunluluk haline geldi; köp­rü­den ya da tü­nel­den geçeceksen, yol kenarına park edeceksen, eğitim ala­caksan, te­davi göreceksen vs vs vs bir yerden para bulman gerekir.

Ücretlendirmenin, sermaye süreçlerinin çözümlemesi için yaygın kul­lanılan iki türlü modelleme biçimi vardır. Birincisi, üretimden sonra ücret ödemelerinin yapıldığının varsayılmasıdır. Ürün, değerini satışla bulur. Fiziksel üretim değil değer üretimi olarak bakıldığında, çalışma istihdam edilecek, ürün ortaya çıkacak, pazarlanacak ve ni­hayetinde satılacak ki üründen gelir elde edilsin. Düzenli hiçbir ser­mayeci üretim sürecinde ücretleri ödemek için satışlar beklenmez. Ücretlerin ödenmesinin gecikmesi “hatalı” bir uygulamadır; yaygın olarak raslansa bile yalnızca defakto durumdur, meşru değildir. İlke olarak değer üretimi sonuçlanmadan ücretler ödenir ki bu doğrudan sermaye yatırımıdır. Dolayısıyla ikinci modelleme biçimi olan, ücret­lerin üretim bitmeden önce, ideal olarak üretimin başlangıcında öden­diği bir model uygundur. Fiiliyat her ikisine de uymaz; özel bir üretim biriminde çalışma, ödeme, pazarlama süreleri farklılık arz etti­ği gibi, üretim birimleri arasında da bu konuda çok farklılıklar vardır; ama amprik çözümleme için bir ay, bir yıl ya da beş yıl gibi sabit dö­nem uzunluklarının alınabilmesini sağlayan, uygun yorumlandığında bunların sonuçlarının da ikinci modelle uyumlu olmasıdır.

Neoliberal aşamada açıkça gözlenmeye başlanan bir olgu da, çalı­şan­la­rın tüketimlerinde müsrif olmaya zorlanması oldu. Gıda madde­leri ve yaşama koşulları, çalışanların aşırı beslenmelerini teşvik etti ve bun­dan kaçınmak ek uğraş gerektirir oldu. Çalışanlar, giyim ku­şam­la­rını daha hızlı değiştirmek durumunda kaldılar. Dayanıklı tüke­tim mal­ları gittiçe daha dayanıksız hale geldi, ömürleri kısaldı. Ara­ba, bil­gisayar gibi mallarda önce evde en fazla bir tane bulunurken, gi­de­rek neredeyse herkes bir hatta birden fazla edinmek durumunda kal­dı. Aynı işlevi gören malların değişik marka ve versiyonlarından e­din­me gereksinimi duyulmaya başlandı. Böylece çalışanlar, tüketir­ken müsrif olmaya teşvik edildi ya da zorlandı. Ancak ücret oranında ar­tışlarla olanaklı olan bu durum fiili sonuçları bakımından durmak­sı­zın çukur kazıp kapatmaya özdeş olmakla birlikte çalışanlarda zen­gin­lik hissi doğurduğundan ideolojik olarak tam karşıtı görüldü.

Önceden kamu harcamalarının sonucu olan ve bedava kullandıkları olanaklara çalışanların artık ödeme yapmaları gerekmesi ve artması dayatılan müsriflik, kolay borçlanma olanaklarının doğmasıyla bir­likte çalışanların borçlanmasına yol açtı. Çalışmadan önce ücret öde­me biçimindeki sermayeleşmeden farklı olarak çalışanlar artık çalış­tıkları kurumlardan değil mali kurumlardan tüketici kredisi, ev kredi­si, araba kredisi, eğitim kredisi ve benzeri biçimlerde borçlanarak harcama yapmaya başladı. Bir grup sermayedar, finansal kurumlar aracılığıyla bizzat çalıştırmadıkları çalışanlardan faiz biçiminde doğ­rudan artıdeğer soğurmaya başladı. Bu durum, sermayedarlar arası bölüşüm savaşımına ışık tutacak mikroiktisadi çözümlemede fark yaratmakla birlikte -makroiktisadın itibar kaybettiği neoliberal aşamada dikkati çekmese de- makroiktisadi dönemlik çözümleme ba­kı­mından sermaye hesaplamalarında ve bunlara bağlı çözümlemelerde hiç bir farklılık getirmez. Uzun dönemde ise mikroiktisadi çözüm­le­meyi temelden geçersiz kılacak makroekonomik sorunları için için ba­rındırır.

Kamu harcamalarının anlamının değişmesi, çalışanların refah artışı­nın borçlandırmayla sağlanması, çalışanların yoğun olup birbirleriyle doğrudan iletişime geçebildikleri çalışma süreçlerinin ağırlığını yitir­mesi ve genişleyen hizmet sektörlerinde birbirleriyle karşıt pozisyon­da karşılaşmaları, çalışanların varolan örgütlenmelerinin bir yandan iş­le­yişini bozarken diğer yandan işlevlerini yitirmelerine neden oldu. Sendikalar ve çalışanların benzeri ulusal örgütlenmeleri zayıfladı. Ça­lışanların refahını artırmaya yönelik politikalar, köken olarak çalı­şan­ların çıkarlarını savunan partilerin öncelikleri arasındaki yerini yi­tir­di. Bu partiler de, ussallığı bulunan çıkarlara da­ya­lı olmayan duyarlılıklara seslenen estetik değer yaratma çabasında di­ğer parti­ler­le yarış içine girdi.

Mali piyasaların gelişmesi, çalışanların ya da çalışanlıktan kopmaya yönelmiş burjuvaların gerçek birikimlerinin -binbir alevere daleve­reyle- şişmiş köpüklü değerli kağıtlarla değiştirilmesi sağlanarak ser­mayedarlara aktarılmasına olanak verir. Bu köpükler gerçek birikim­lerin el değiştirmesinden sonra patlar; ama mali köpüklerin bu patla­maları sektörel nitelikli olduklarından genel makroekonomik gidişatı etkilemez.

Neoliberal Çevre

Neoliberal aşamanın uzunluğu, merkez ülkelerin içinde olup bitenler­den kaynaklanmadı; öyle olsaydı bu neoliberal rüya çoktan kabusa dö­nüş­müş­tü bile. Neoliberal aşamanın süresi, merkezdeki sermaye­nin dışarıya yayılabilmesi sayesinde uzadı.

Sovyetler Birliği’nin dağılması, bir yandan “Doğu Blok”unda merkez ülkelerden gelen sermayenin yayılabileceği yeni olanakları sağlaya­rak diğer yandan gelişmekte olan ülkelerdeki ulusalcı sosyalist direnişin zayıflamasına yol açarak merkezin sermayesinin çevreye yayıl­masına katkıda bulundu.

Borç bunalımından dolayı gelişmekte olan ülkelerin sermayeleşme için gerekli koşulları bulunsa kendiliklerinden sermayeleşmeyi ger­çekleştirecekleri anlaşıldığından bu koşulların oluşması için çevre ül­kelerinden doğrudan kurumsal ve ideolojik dönüşüm talep edildi. IMF, Dünya Bankası, bölgesel uluslararası kurumlar vesaireyle ilişki koşullara bağ­lanıp dayatıldı.

Gelişmekte olan ülkeler, merkez ülkelerinden farklı olarak Keynes­yen yöntemlerle canlandırılabilecek sermayeleşme olanakları­nı he­nüz tamamen tüketmemiş olduklarından dolayı bir yandan Keynes­yen di­ğer yandan da neoliberal sermayeleşmenin bir sentezini yap­mak du­ru­munda kaldı.

Değeri değer yapan insanın başka şeylerden feragat edip uğruna çalı­şıyor olmasıdır. Değeri ancak tüketici de olan çalışanlar oluşturur. Bunun dışındaki tasarımlarla ancak köpük şişirilebilir. Köpük şişirme süreci, yeni değer oluşumu süreçlerini taklit ettiğinden başlangıçta bunların da değer oluşumu olduğu sanrısı yaşanır. Neoliberal yön­temler oluşmuş olan değerin merkez ülkelerdeki sermayeye eklenme­sine, el değiştirmesine yararken, Keynesyen yöntemler yeni değerle­rin oluşmasını sağlar. Keynesyenizmin gereksinim duyduğu ulusal­cı sosyalist nitelikli zihniyet ve politikalarla neoliberalizmin gereksi­nim duyduğu ulus tanımaz bireycilik birbirleriyle çatışmalıdır.

Neoliberal aşamada gelişmekte olan ülkeler, bu çatışmaları her an ya­şa­yarak sermaye transferi için liberal uygulamalarla değer oluş­tur­mak için gerekli Keynesyen uygulamaları yer yer birbirinin içine ge­çi­re­rek yan yana yürütmek durumunda kaldı. Ulusalcı sosyalist tavır bas­kın oldukça ekonomik başarı arttı; liberal tavır baskın oldukça ulus­lararası baskı ve müdahaleler azaldı.

Japonya ve Avrupa Birliği, ne merkez ne çevre olarak sınıflandırıla­bilir. Bu durum neoliberal aşamada daha açık biçimde ortaya çıktı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tamamen merkez ülke askerlerinin denetimine giren Japonya ile başta Almanya olmak üzere Avrupa ül­keleri, merkezin uzantısı olmakla birlikte çevre olarak değerlendirile­mez. Merkezin her bakımdan denetim altına aldığı Japonya ve Avru­pa’da merkezdeki sermaye önce Keynesyen sonra neoliberal yöntem­lerle ideal olarak yayılıp gelişti. Yeni sermayeleşme olanakları nere­deyse tamamen tükendi ve sermayeyi genişletme umudu estetiğe ya da yeniden gelişim için gerilemeye bağlandı.

Başlangıcında Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin özelliği, bizzat çıkartmış oldukları ve dünya çapında olağanüstü yıkım getiren bir savaşı kaybetmiş olmanın yarattığı istisnai koşullarda boyun eğme durumunda kalıp kendi yönetimlerini tamamen dışarıya devretmeye ra­zı olmalarıdır. Galip olan merkez, Avrupa’da açık sömürge yöne­tim­leri kur­maktansa, dışarıdan kontrol edilebilir biçimde yapılandırıl­mış, gö­rünüşte tamamen bağımsız devletlerin oluşumunu sağladı. Bir­leş­miş Milletler, Dünya Bankası, IMF başta olmak üzere uluslara­ra­sı ku­rumlar, bölgesel anlaşmalar, ikili anlaşmalar, bağlayıcı yasalar ve ad­li düzenlemeler ile merkezin sermayesinin Avrupa’da rahatlıkla ge­niş­lemesini ve bunun için herşeyin kontrol altında ve yönlendirile­bi­lir nitelikte olmasını sağladı.

Gelişim ve kurumlaşmalarının temel koşullarını görmezden gelip Avrupa’yı ve Japonya’yı kendiliğinden bir başarı sananlar, buralarda­ki üst yapısal biçimin kurulması halinde her ülkede benzer bir sonuç alınabileceği ham hayaline kapıldılar. Neoliberal hayal alemine dal­mamış olanların daha ta en başından gördükleri üzere Avrupa Birli­ği’nin genişlemesi projesi büyük ölçüde köpük üretti, yirmi birinci yüzyılın başında bu yola girmemiş gelişmekte olan ülkeler hızlı ve düzenli biçimde büyürken bu yola girmiş olanlar köpüklerin patlama­sıyla birlikte hem göreli hem de mutlak olarak irtifa kaybetti.

Neoliberal Kabus

Üstyapısal kafa karıştırıcı akıl yürütmeler aşıldığında görülüyor ki sermaye ancak sermaye dinamiğinin temel denklemi içinde ücret ora­nının artışı, çalışan sayısının artışı ve emek tasarruf eden teknolojik gelişmeyle artabilir. Zaman içinde bunlardaki artışlarla içi doldurula­mayan köpükler patlamaya mahkumdur. Emek tasarruf eden teknolo­jik gelişmelere diğer iki çarpandaki artışlar eşlik etmediklerinde dö­nemlik olağanüstü sermaye artışını zaman içinde düşüşler izler. Diğer bir deyişle teknolojik gelişme, kendisini ücret oranlarında ve çalışan sayısında artış izlemediğinde orta ve uzun dönemde sermaye azaltıcı­dır. Sermayenin artışını sürdürmesi, temelde toplam ücretlerin, yani ücret oranlarının ve çalışan sayısının yükselişine bağlıdır. Bu durum, mikroiktisadi yaklaşımla sermayenin işleyişine tamamen aykırıdır ve çalışanların sermayeci işleyişe karşı mücadelesi toplu etki gösterdi­ğinde makroekonomik olarak sermayenin tam da gereksinim duydu­ğu sonuçları verir.

Ücret oranındaki artışların bir sınırı vardır. Sermaye dinamiğinin te­mel denklemindeki anlamıyla ücretlerden tasarruf edilmez, harcanıp talep oluşturulur. Belli bir ücret oranına ulaştıktan sonra çalışanların düzenli biçimde tasarruf etmeye başlamaları halinde ücretlerin tasar­ruf edilen bölümünün denklemdeki ücretlerden çıkarılıp diğer tarafa  kon­ması gerekir. Bu bir yandan talebi kısarken diğer yandan ser­ma­ye­darların sermayesini daraltır. Finansal gelişmelerle çalı­şan­la­rın bu ta­sarrufları sermayedarlara aktarılsa bile bu, üc­ret oran­larının belli bir üst sınıra dayandığı gerçeğini ortadan kal­dır­maz.

İster kamu borçlanması ister özelleştirme yoluyla olsun kamudaki sermayeleştirme olanakları tükendiğinde ve sermayenin merkezden çevreye yayılarak genişlemesinde sınıra dayanıldığında, sermaye di­namiğinin temel denklemi bağlayıcı olmaya başlar ve artık Keynes­yen ya da neoliberal yöntemlerle aşılması olanaksız gözüken bir bu­na­lım dönemine girilir. Dünya hızla böyle bir neoliberal bunalım dö­ne­mine yaklaşıyor ve yaklaştıkça şiddeti artan ön çalkalanmaları ya­şı­yor. Neoliberal ka­busun eşiğindeyiz.