Eleştiri: Mistik, Mekanik, Diyalektik

Bitimsizlikle, eleştiriyi konuşmaya başlıyalım. Di­ye­lim bir te­le­vizyon var. Gö­rün­tü­nün sağında biri bir şeyler su­nar. Sol üst tarafa doğruysa küçük bir ekran gö­rülür. Kü­çük ek­ran­da, televizyondaki görüntünün aynısı tek­rar­la­nır; ya­ni gö­rün­tü­nün için­de, kendisi daha küçük olarak bir kez da­ha bu­lunur. Küçük gö­rün­tü büyükle ay­nı oldu­ğun­dan, o­nun da i­çin­de daha küçük ikinci bir ekran bulu­nur; ikin­ci­si­nin i­çin­de de daha küçük bir üçüncü … ve bu böy­le sürüp gi­der.

Görüntü içinde daha küçük görüntüler dizisi, ortada tam bir bitimsizlik varmış his­sini uyandırır. Halbuki, kü­çük­ten bü­yüğe doğru gidildiğinde en sonunda bü­tün gö­rün­tü­leri için­de barındıran birinci görüntüye varılır. Birin­ci gö­rün­tü­nün ü­ze­rine bir sinek konsa diğerlerinde bu si­nek be­lirmez. Te­levizyon görüntüsü için, bu gö­rün­tüye ne o­la­ca­ğını be­lir­le­yen kurallar, o televizyonun işleyişiyle il­gi­li­dir. Biri te­le­viz­yonun içini açıp oynayınca görüntü renk de­ğiştirebilir, si­lik­le­şe­bi­lir ya da or­ta­dan kalkabilir. Ay­nı şey diğer gö­rün­tü­ler için de söy­le­ne­bi­lir­miş gi­bi ol­sa bi­le, du­rum hiç de öyle de­ğildir; bunların hakkında var­lığı ile­ri sü­rü­le­bi­lecek tüm fi­ziksel bağ­lantılar birinci gö­rün­tü­ye o­lan­lardır. Üçüncü görüntü ü­ze­rin­de beliren bir ka­rar­tı üçün­cü görüntüden kaynaklanmaz; o, ikinci ya da dör­dün­cü gö­rüntünün bo­yu­tu dışında ay­nı­sı­dır ve bu ha­liy­le bi­rin­ci gö­rüntü içinde yer almıştır; bo­zuk­lu­ğun kay­na­ğı ken­di­sinde de­ğildir. Birinci görüntü ha­ri­cin­de­kiler salt gö­rün­tü olarak hem fikren, hem de fiilen ay­nı­dır. Bi­rin­ci gö­rün­tü, il­kin fik­ren diğerleriyle aynı bile ol­sa, bu­radaki bu te­le­vizyonun gö­rün­tüsü ola­rak fiilen di­ğer­le­rin­den tözsel ola­rak ay­rılır. Bu fiili tözsel ayrım zihinde be­lir­diği an fik­ri ayrım da bununla bir­likte or­ta­ya çıkar. Hem (ilk haliyle) ay­nılığa, hem de (son­raki haliyle) ay­rı­lı­ğa karşılık ge­len “bi­rinci görüntü” fik­ri kendiyle çe­li­şik­tir; bu çelişkinin var­lığı göz ardı edil­me­meye baş­lan­dı­ğın­da fi­kir nihai ha­li­ni bulur.

Tam bir bitimsizliğe Ece Ayhan’ın “Yort Savul” şiiri­nin ilk iki dizesiyle ge­çiş ya­pabiliriz gibime geliyor:

1. Atlasları getirin! Tarih atlaslarını!
  En geniş zamanlı bir şiir yazacağız?

Yazılacak şiir bu şiirse, şiir -en azından kısmen- şiir ya­zıl­maya başlanmadan ya­zılmış. Önceden olmuş olan son­ra olan olacakmış. Şiir kendi içinde ortaya çık­mış. Şii­ri ki­min yaz­dığına dikkat edildiğinde, bizzat elindeki ka­lem­le ya­za ya­za ya da daktilonun tuşlarına basa basa bir ka­ğıdın ü­ze­ri­ne onu ilk geçiren ki­şi değildir şi­iri ya­zan. Öz­ne “biz”dir. Bu “biz”in ne denli kalabalık bir gru­ba kar­şılık gel­diği bir ya­na; şiir yazımı en geniş zaman­lıy­sa, o grup tüm za­man­lar­da­ki bizleri kap­sa­yan biziz. Böy­le ka­bul et­ti­ği­mizde her ya­şıyan insana göre ön­ce­sin­de ve son­ra­sın­da tam bir bi­tim­siz­likle karşılaşırız.

Olup biten, bir yandan böyle bir şiir gibi mütalaa e­di­le­bi­lir; diğer yandan ça­lış­ma­ya da yorulabilir. Diyelim ki, bi­ri de­ğerin nasıl olduğunu inceleyip du­ru­yor. Bu bi­rinin yap­tı­ğı hakkında şu önermede bu­lu­nu­la­bi­lir:

“Çalışma değer üzerinedir.”

Yaşanmakta olan süreç bu önermede olduğu üzere ça­lış­ma olarak ni­te­len­di­ğin­de, öncelikle, bir başı bir sonu ol­ma­lıdır; süreç bu anlamda kapalıdır. Çalışan bü­tün öm­rü bo­yunca çalışmışsa bile, çalışmanın başı ve sonu öm­rün ba­şı ve sonu ola­caktır; üstelik sürecin daha dar olması bek­le­nir. Başlılığın, son­luluğun yanı sıra, ça­lışmanın öz­ne­sinin tek­leşmesi gerekir; çalışan bir kişi olmalıdır; bu ki­şi bir in­sa­na karşılık gelebileceği gibi, kişiliğe haiz bir ör­güt, bir ku­rum, bir şirket, bir toplum ya da ben­zeri bir şey olabilir. Halbuki de­ğerle ilgili in­celeme araştırma bu­ra­da yük­le­di­ği­miz an­la­mıy­la şiirse, başlangıcı söz ko­nu­su o­la­bilecek tüm ki­şi­ler­den öncesine uza­nacağı gibi, so­nu­nun da gelmesi pek bek­le­nemez; süreç açık uçludur. Aynı şey üze­rine ikinci bir öner­mede de bu­lu­nu­labilir.

“Şiir değer üzerinedir.”

Aynı sürecin, şiir olarak ya da çalışma olarak zihne yan­sı­tılmasının yol açtığı fark­lılıklar, yalnızca sürecin a­çık­lığı-ka­palılığı ve öznenin belirginliği-belirsizliği ay­rım­larıyla sı­nırlı kalmaz.

Bir süreç sürecinin öncesinde ürünüyle birlikte süreci uy­gulayanın zihninde bir ta­sarım olarak bulunmuşsa ça­lış­ma­ya yorulur. Tasarlanmadan hasbel ka­der ya­pıl­mış o­lan so­nuçta ürün denebilecek bir şey verse bile çalışmaya yo­rul­maz; sonuçta or­ta­ya çıkan, söz konusu etkinlikte bu­lu­na­nın şansınadır, ürüne yo­rulması uygun de­ğildir. Şiir­dey­se sü­reç önceden tasarlanmış ürün vermez; so­nucu biz­zat ken­di­si­dir; tasarımı sürecin tümüne yayılmıştır; sü­reç bi­tim­siz ol­duğundan hiç ta­mam­lan­maz.

Zihne çalışma ya da şiir olarak farklı farklı yansıyan fii­len ve görünüşte ay­nı şey­dir; farklı olan, görüşlerdir. İ­çin­de söz konusu sürecin çalışma olarak yer aldığı gö­rüş­le, şi­ir ola­rak yer aldığı görüş fiili ve görünüşte hiçbir fark­lı­lık ol­ma­dan zihni fark­lılığa karşılık gelir. Bu fark­lı­lık iki ayrı zi­hin­de be­li­re­bi­leceği gibi, aynı zi­hin­de de or­ta­ya çıkabilir. Gö­rüşlerden kapalı olan ussal ke­sinliğe, açık olansa ya­şa­na­na uygunluğa yakındır. Bu durum, uç­la­rın­dan biri us­sal ke­sin­liğe, diğeri yaşanana uy­gunluğa kar­şı­lık gelecek bir sı­ra­la­nışı dü­şü­nülebilir kılar. Hiçbir gö­rüş iki aşırı uç­tan birinde yer a­la­maz; çünkü ka­pa­lı­lı­ğa kar­şı­lık gelen uçta aşırılık ya­şa­nan­la ba­ğı kop­muş dü­şün­me­ye, a­çık­lığa kar­şılık gelen uçta a­şı­rı­lık düşünmeyi im­kan­sız­laş­tıran be­lirsizliğe yol açar. Yi­ne de, tam kapalı ol­masa da ideali tam kapalılık olan gö­rü­şe ka­palı, tam açık ol­ma­sa da ideali tam açıklık olan gö­rü­şe açık görüş de­nebilir.

Değer görüşün kapalılığı-açıklığı yaklaşımına konu e­di­lir­se, kapalılık ucunda de­ğerin kuramları belirir. De­ğe­rin ilk al­ka gelen kuramı emek kuramıdır. İn­gi­liz­ce­de “labor theory of value” diye söylenen terim Türkçeye “e­mek de­ğer ku­ramı” ola­rak çevrilegelir; ancak İngilizce i­fa­deden de­ğe­rin kuramlarının ol­du­ğu, bun­lar­dan birinin e­mek ile bağ­lan­tı­lı olduğu, değerin bu özel kuramı ni­te­le­ne­cekse e­mek­le ni­te­lenebileceği hissedilir ki bu duruma “de­ğerin e­mek ku­ra­mı” terimi daha uy­gun düşer. Değerin e­mek ku­ra­mı Adam Smith ve David Ri­car­do tarafından iş­len­miş, Karl Marx ta­ra­fından eleştirilmiştir. Nasıl ki 30 yıl sa­vaş­la­rı­na bu sa­vaş­la­rın geliştiği süreçte “30 yıl sa­vaş­ları” den­me­diyse, bu ku­ra­ma o dönemler “değerin e­mek kuramı” den­memiştir. Marksist olarak gö­rül­me­yi is­te­yen burjuvalar, Karl Marx’ın ge­tirdiği eleştiriyi pek kale al­mamış ol­salar gerek ki eleş­tir­di­ği “de­ğerin emek ku­ra­mı”nı sahip­len­miş­ler­dir.

Değerin emek kuramı ifade edildiğine göre, başka de­ğer ku­ramları da ol­ma­lı­dır; ancak başka değer ku­ra­mları sağ­da sol­da, kıyıda köşede, tek tük bu­lunsa bi­le pek etkili o­la­ma­mış­tır. İktisadi düşünmenin ge­lişimine bakıldığın­day­sa, de­ğe­rin emek kuramından önce, de­ğerin yegane kay­nağının top­rak olduğu, ça­lış­ma­nın top­ra­ğın ürünlerine ye­ni değer kat­madan bu ürünlerin bi­çim­le­ri­ni de­ğiş­tirdiği yö­nün­de gö­rüş­lere rastlanır ki bunlara de­ğe­rin toprak ku­ra­mı de­ne­bi­lir. De­ğerin emek ku­ramının etkili bi­çim­de e­leş­tirilmesinden son­ra ürünün değe­ri­nin sağladığı fay­da­ya bağ­lı olduğu ve bu fay­daların en­deks­lenerek karşı­laş­tı­rı­la­bi­lir nicelliklerle eşlenebileceği, gi­derek öl­çü­le­bi­leceği doğ­rultusunda gö­rüş­ler ser­pilmiştir ki bunlara değerin fay­da kuramı denebilir. An­cak de­ğe­rin fay­da ku­ra­mı, de­ğer olu­şum süreci olarak ü­re­ti­mi tamamen dış­larken, üze­rin­de o­tu­racağı sağ­lam ze­min­den de yoksun ka­lır, havada u­çu­şan ba­lonlara ben­zer; do­la­yısıyla, de­ğere iliş­kin gö­rüş­ler­de ağır­lık kazanmasına kar­şın, ge­nel­lik­le ye­ga­ne belir­le­yi­ci ola­mamıştır. Böylece, bir yandan emek­le sı­nır­lı kal­ma­yan ma­li­yet he­sap­la­ma­la­rı­na, diğer yandan tü­ke­ti­ci­lerin ve­rili ol­du­ğu var­sa­yı­lan ter­cih­lerine dayalı ola­rak fi­yat­la­rın be­lir­len­diği bir görüşte, fi­yat kuramı ha­kim ko­nu­ma gel­miştir.

Kuramlar kesinleştikçe yaşananla bağlantıları za­yıf­lar; i­deal hallerinde bu bağ­lar tamamen kopmuş olur ve salt zih­ni yapılara varırlar. Değer konusunda ya­şa­nan­dan ba­ğım­sız­lık idealleri bir kenara bırakılıp, değerin belirişi, de­ği­şi­mi ve yitişi araş­tırılarak, kapalılıktan uzaklaşılıp, a­çık gö­rüş­lülüğe yönelinebilinir.

Newton menşeli fiziğe göre, cisimler kütlelerinin çar­pı­mıy­la doğru orantılı, bir bir­lerinden uzaklıklarının ka­re­siy­le ters orantılı bir ivmeyle bir birlerini çe­ker­ler. Çe­kim gü­cü ci­simlerin neresindedir? İçinde olmadığı aşikar; fa­kat ci­sim var­sa çe­kim gücü de vardır; bu durumda çekim gü­cü ci­simlerin içinde değil de, ci­sim­le­re içkin de­ni­le­bi­lir. Pe­ki, de­ğer cisimlere ya da yerlere içkin midir? Bel­li bir yer­de, bel­li bir dönemde çok değerli olan deniz ka­buk­la­rı, baş­ka yer­ler­de ya da za­man­lar­da değersiz olabiliyor; bir za­man mü­zik dinlemeye yaradığı için değerli olan gra­ma­fon­lar, ar­tık nostaljik oldukları için ya da başka bir ha­za kar­şı­lık gel­dik­leri için ya da salt finansal bir yatırım ola­rak de­ğer­lidir; de­ğeri de­ğişmiştir. Benzer bi­çim­de, bir top­rak par­ça­sının de­ğeri belirip, değişip yi­te­bi­lir. Değer ne ci­simlere ne yer­le­re içkindir.

Peki değer süreçlere ve dönemlere içkin midir? Mü­ba­de­le süreçlerini bir ya­na bı­raktığımızda, bir sü­reç­te ba­zen de­ğerli olan, bazen olmayabilir; bir dönem ba­zı yer­ler­de de­ğerli olan bazı yerlerde olmayabilir. Değer ne sü­reç­lere, ne dö­nemlere iç­kindir. Ne mekânda olanlara ne de za­man­la olan­lara içkin olan de­ğer maddeye iç­kin de­ğil­dir; maddi de­ğil­dir. Bunun yanı sıra tek tek in­san­la­rın ni­yet, bilinç ve zi­hin­lerinden de bağımsızdır. Piyasadaki fi­ya­tı 85 kuruş o­lan ek­meğin değeri, her­han­gi bir insan ni­yet, bilinç, zihin de­ği­şik­liğine uğrasa, hat­ta yok olsa bi­le de­ğiş­mez. Böy­le­ce de­ne­bilir ki, değer ne maddidir ne de ma­ne­vi. Değer top­lu­luk­la be­li­rir, değişir, yiter; de­ğer­le­rin de­ğişimi top­lu­lu­ğun de­ği­şimidir; değer top­lu­lu­ğa iç­kin­dir. Değerin ger­çek­lik ka­zan­dığı mübadele sü­re­ci top­lu­lukla birlikte her­han­gi bir sü­reç olmaktan çıkıp mü­ba­de­le süreci haline ge­lir.

Değer kuramları düzenli düşünmeyle gelişir; değerin be­li­rişinin, değişiminin ve yi­tişinin araştırılması düzensiz bir dü­şünmeyle midir?

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Her Şey Yer­li Ye­rinde” ad­lı şiirinin ikinci dört­lü­ğün­de şöyle yazar:

Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylân gibi bakıyor zaman
Sessizlik dökülüyor bir yerde yaprak yaprak.

Şiirde düzen herşeyin yerli yerinde olmasıyla be­li­ri­yor ve sessizliğe eşlik e­di­yor. Zamanın mekânda bir si­hir­le ışıl ışıl belirmesini yakalama eği­li­min­de sanki zi­hin.

“Düzen” fikri mekânda her şeyin yerli yerindeliğiyle be­li­rir. Düzen içindeki her şeyin yerinin tek tek bilinmesi ge­rek­mez; her şeyin yeri belli kurallara ta­bi ol­ma­lıdır. Bir kez ku­rallar bilindi mi, herhangi bir şeyin yeri bu ku­ral­la­ra gö­re çı­kar­sa­nabilir.

Düzende herşey birlikte düzen olarak bir bütünlük o­luş­tu­rur. Ayrıca, bir­lik­te dü­zen oluşturan her şey tek tek biz­zat bi­rer bütünlük olmalıdır; par­ça­la­nıp bü­tün­lü­ğünü yi­tir­di­ğin­de artık kendi de ortadan kalkmış olur.

Düzen çelişki barındırmaz, usa uygundur, ussaldır.

Düzenli önermeler öbeği olarak us, ayrık ayrık öğe­ler­le k­urulur. Her önerme di­ğerlerinden tam olarak ayrık ol­du­ğu gi­bi, her önermeyi oluşturan her öge de, ge­nel o­la­rak ö­ner­me oluşturulmasında kullanılabilecek ögelerin tü­mün­den sü­rek­lilik oluş­turamayacak tarzda ayrık ol­ma­lı­dır; “Kur­şun ka­le” “dolma ka­lem”den, “beş” “dört” ve “al­tı”dan, “kır­mı­zı” “pembe”den, “gelme” “yürü­me”den sü­rek­lilik o­luş­tur­maycakları biçimde ayrılmalıdır. “Sü­rek­li­lik” fikri u­sa, an­cak sürekli ol­ma­ma­nın, ayrıklığın ö­zel bir ha­li o­la­rak, ken­diyle çelişerek yansır.

Önermeleri oluşturan ögeler yalnızca ayrık olmamalı, bir de kendiyle aynı kal­ma­lıdır, sabit olmalıdır. Her şeyin dur­maksızın değiştiği düşünülürse, bir şey usa yan­sı­ya­cak­sa, değişimi yokumsanabilir olmalıdır. Ayrıklık ve sa­bit­li­ğin ya­nı sıra, bu ögelerin bütünlüğe de karşılık gel­me­si ge­re­kir. Bir ağacın dalı ağa­cın bir parçası olsa bile, bir dal o­la­rak kendi başına bütünlüğe haiz ol­ma­lı­dır; bu bü­tün­lük ko­runduğu sürece bu dal hakkındaki önerme ge­çer­liy­se ge­çer­liliğini yitir­me­ye­cek­tir; bütünlüğün ortadan kalk­masıyla bir­likte önerme ala­ka­sızlaşır.

Varolan önermelerden yeni önermeleri çıkarsamanın ge­çer­li biçimlerini gös­te­ren mantığın kurallarıyla, usun ay­rık, sa­bit ve bütün olan ögeleri birlikte bir düzen o­luş­tu­rur­lar. Us düzenlidir; görüp kavrayabileceği yalnızca dü­zen­dir.

Zemberli saatin içi, tamamlanmış bir yerli yerindelik o­la­rak, bizzat mekânda bu­lunan düzenli bir zaman hissi do­ğu­rur. Çarklar, zemberek, bağlantılar yerli ye­rin­dedir; an­cak zaman hissi doğrudan bunlardan kaynaklanmaz; o bir ge­ri­ye bes­le­mey­le oluşmuştur. Düzgün daire biç­min­de­ki yü­zeyin üstünde, mer­kez­de­ki ucu değişmeyen, ke­na­ra doğ­ru olan ucuysa fark edilmeyecek bir ya­vaş­lıkla yer de­ğiştiren ak­rep ve yelkovanın bu bakarak fark edi­le­me­yen de­vi­ni­mi­nin fark edilmesinden son­ra, daire biç­min­de­ki yüzeyin ar­ka­sındaki me­kâ­nizma zamanın işleyişi his­si­ne ne­den ol­ma­ya başlar. Zemerekli saatin dü­ze­ne­ği, me­kân­daki yerli ye­rin­delik ola­rak, düzen olarak zamanın dü­şü­nülmesi için çok kar­ma karışıktır; saatçilikte uz­man­laş­ma­mışların haiz ol­duk­ları akıl için da­ha sade bir düşünüş ge­rekir. Bu sade dü­şü­nüş, zamanın çaktırmadan mekâ­nın dör­düncü boyutu ha­li­ne getirilmesiyle sağ­lanır çoğu kere.

Mekânda her biri diğerine dik açı yapan, en fazla üç doğ­ru bulunabilir; bun­dan do­layı mekân üç boyutludur. Bu üç boyutlu mekânda bulunan bir küp, iki boyutlu bir yü­zey o­lan tahtada gösterilebilir mi? Küpün altı yüzü de ka­re­dir ve bir di­ğe­ri­nin aynıdır. Bu altı yüzü oluşturan altı ka­re, dör­dü yan yana ve kalan biri alta di­ğe­ri üste gelecek bi­çim­de bir yüzeye dizilebilir. Ancak bu yan­sıtma kıs­mi­dir; kü­pün yüz­leri dışındaki kısımlarına dair enformasyon ta­şı­maz.

Zaman sadece mekânın bir boyutuysa, nasıl ki me­kân­da­ki herhangi bir şe­yin me­kânın herhangi bir ya da bir­kaç bo­yutuna iz­düşümü alınabiliyorsa, za­manın da bir doğ­ru­ya iz­düşümü a­lınabilir. Dikey ekseni kat edilen yo­lu, ya­tay ek­se­ni geçen za­manı gösteren bildik yol-zaman gra­fi­ğin­de za­man ek­se­ni, za­manın mekândaki bir doğruda iz­dü­şümü o­la­bi­leceği var­sayımına daya­nır. Bir küpün yüz­le­rinin bir yü­ze­ye a­çıl­ma­sından farklı olarak, yol-za­man gra­fi­ği­nin yatay ek­seni hiç­bir en­for­mas­yon yitimine uğ­ra­ma­dan zamanın iz­dü­şü­mü ol­duğu iddiasını taşır.

Zaman da mekânın bir boyutundan başka bir şey de­ğil­se, maddi dünya salt bir me­kân olarak düşünülebilir. Bu me­kânın yerli yerindeliği olarak düzen me­kaniktir. Me­ka­nik, bir düzen olarak mantıklı düşünmeye, ussa u­yar. Us ne­yin ne olduğunu ifa­de eden önermeler olarak ta­nımlar, ta­nım­lanmış olanlar ara­sın­da tanımlarla çe­liş­mez, verili, de­ğiş­mez ilişkileri ifade eden önermeler ola­rak belitler ve ö­ner­me­ler­den başka önermeler çıkar­sa­ma­nın geçerli bi­çim­le­ri ola­rak mantıktan oluşur. Ta­nımlar, be­litler ve mantıkla us­ta koşulsuz ve ko­şul­lu olmak üzere i­ki tür doğ­ru­luk be­li­rir. Koşulsuz doğruluklar to­to­lo­ji­ler­dir. Ko­şullu doğ­ru­luk­lar­sa yasalardır; ko­şulları oluştuktan son­ra, ta­nım­lar ve be­lit­le­re göre mantıken olacaklara da­ir­dir. Ya­sa­lar tek tek ko­şul­lu bile olsalar, bir ara­da ve usun di­ğer ö­ğe­leriyle birlikte bir dü­zen oluştururlar. Bu düzen us­ta yan­sımasını bulan me­kânda usa yasıdığınca boş­luk bı­rak­ma­yacak bir tam­lık­ta ola­bilir; bu o mekânı ev­ren­leş­ti­rir; böy­lece us kendi için­de ve kendince ev­ren­selleşir. Bir dü­ze­ni temellendiren ta­nım­lar ve belitlerle, doğ­ru ya da yan­lış ol­duğu çıkarsanamayan ö­nermeler varsa, düzen sağ­la­dı­ğı doğ­ru­luklarla kıs­mi­dir, ta­mam­lanmamıştır.

Usun içeriği ussaldır; ancak “Neden bu us?” ya da da­ha ge­nel olarak “Ne­den us?” sorusunun ussal yanıtları bi­rer ya­nılsama olmanın ötesine geçe­mez­ler. Us us dı­şıdır.

“Genel geçer hiçbir önerme yoktur.”

Diyalektiğin kö­ken önermesi denilebilecek bu ö­ner­me­ye gö­re, her ö­ner­me­nin ge­çerli olmadığı dönem ve böl­ge­ler bu­lu­nur. Bir ö­ner­me­nin kendisi doğruysa değili yan­lış, değili doğ­ruysa ken­di­si yan­lıştır. Hal bu iken, di­ya­lek­ti­ğin köken öner­mesi uya­rın­ca, önermenin değili ki­mi dö­nem, kimi böl­ge­de yanlış ola­caktır. Do­la­yı­sıy­la, ö­ner­me­nin kendisinin doğ­ru olduğu ki­mi dönemler, böl­ge­ler bu­lu­nur. Sonuç ola­rak, genel ge­çer­liliğe haiz ol­ma­mak, her ö­nerme için, hem ken­di­si­nin, hem de­ği­linin ge­çer­li olduğu dö­nem ve böl­ge­le­rin bu­lun­du­ğunu ima eder.

Dünya zihne önce mekânda konumlanmış cisimler o­la­rak yansır. Ci­sim­le­rin de­ğişim ve etkileşimleri belli, sa­bit ku­rallara tabi gibidir. Dünya zihne bir de bu ku­rallara uy­gun değişim ve etkileşimler olarak yansır. Örneğin yerkü­re ve üze­rin­de­ki çöp adamdan oluşan bir dünya resmi, ü­ze­rin­de­ki insanlar ve için­de devindiği u­zay­la birlikte dün­yanın bir yansıması olarak dü­şü­nü­lür­ken, dün­yanın zi­hin­de can­la­nı­şı böyle bir görüntüyle olsa bi­le, o can­la­nı­şın bir gö­rün­tüy­le sınırlı kalmadığı, de­ği­şim­le­ri, et­ki­le­şim­leri ve bun­la­rın tabi ola­bi­le­ce­ği ku­ralları da i­çer­diği u­nu­tul­ma­ma­lıdır.

İçinde yaşadığımız dünya, gerçekten de, belli ku­ral­la­rın her yerde ve her za­man ge­çerli olduğu bir işleyişe haiz o­la­bi­lir. Bu olasılığı kesinlik addeten, üs­te­lik bu ku­ral­la­rın tam bir ussal düzen olarak kendisinde yansıdığına da­ya­lı bir dün­ya gö­rü­şü göz­le­nen­den, yaşanandan sapsa bi­le, sap­ma­la­rın yo­kum­sa­na­bi­lir bu­lun­ma­sıy­la mümkün o­lur. Dün­ya ve dün­ya görüşü farklı töz­dendir. Gö­rüş resmi çöp a­damla bir­lik­te yerküre bir ko­nuş­ma balonuna alı­na­rak çi­zi­le­bilir. Dün­ya resmi de, görüş res­mi de birer yan­sı­ma o­la­rak ay­nı­dır, aynı töz­den­dir. Gö­rüş resminin yan­sı­ması ol­duğu gö­rüş­tür: Düşünmeyi düşün­me. Böy­le­ce ken­disi ve yan­sıması ol­du­ğu töz­deş­tir. Ancak dün­ya res­mi­nin kendisi hâ­lâ gö­rüş­ken, bir görüşün değil dünyanın yan­sımasıdır: Dün­yayı dü­şün­me. Do­la­yı­sıyla kendisi ve yan­sıması ol­du­ğu farklı töz­den­dir. Bizzat tözdeş olan dün­ya resmi ve gö­rüş resmi yan­sı­ması ol­duk­ları ba­kı­mın­dan fark­lı tözlere kar­şı­lık gelirler. Bu­rada, ken­dileri ü­ze­ri­ne de­ğil yansıması ol­dukları üzerine ko­nu­şu­lacaktır; dün­ya res­miy­le gös­te­ri­len dünya ve gö­rüş res­miy­le gösterilen dün­ya görüşü töz­sel olarak farklıdır.

Tözsel olarak farklı bile olsalar dünyanın ve görüşün i­çe­rikleri birbir­le­riy­le ör­tü­şebilir. Diyalektiğin köken ö­ner­me­si üzerine yapılmış olan usa vurum böy­le bir ör­tüş­me­nin im­kânsızlığının böyle bir örtüşmenin imkânını do­ğur­du­ğu­nu gösterir. Her zaman her yerde örtüşür ol­ma­ma­ları, yer yer zaman zaman ör­tüştüklerini ima eder. Di­ya­lektik ne sadece dün­ya­ya değgindir ne de sadece dü­şün­me­ye; o , dünyayla dü­şün­me ara­sın­daki ilişkiye değ­gin­dir.

Usun dünya olarak gördüğü düzen kısmidir; ussal gö­rüş ge­nel geçerlilik ba­kı­mın­dan eksik, yetersiz ve ha­ta­lı­dır, ya da kısaca zayıftır. Bu zaafiyeti yo­kum­sa­yarak us­sal bir dünyaya iman etme olarak mekanik düşünmenin ve bu zaafi­ye­ti bahane edip usu terk etmeye yönelen mis­tik dü­şün­menin ötesine zaafi­yeti fark ederek aşma gi­ri­şi­mi o­la­rak diyalektik düşünmeyle geçilir.

Her görüş, mistik düşünmeye göre mistiktir. Mistik dü­şün­meye göre tek bir tür dü­şünme vardır; o da mistik dü­şün­medir. İlgili herkes mekanik düşünü­yor­sa, ihtilaflar çı­kar; ihtilaflı her ko­nuda iki taraf o­luşur; diyalektiğin kö­ken öner­me­si uyarınca, ba­zen bir ta­raf, ba­zen diğer taraf hak­lı çıkar; böylece bazen bir ta­rafın ba­zen diğer tarafın üs­tün du­ru­ma geldiği bitimsiz bir tar­tış­ma­nın ko­şu­lu o­luş­muş olur. Mekanik düşünme ken­di­sinin kar­şıtı olarak mis­tik dü­şün­me­yi gö­receğinden, me­kanik dü­şünme ba­kı­mın­dan, mekanik düşünen tarafla mis­tik dü­şü­nen taraf a­ra­sın­da bitimsiz bir tartışma sü­rüp gi­de­cektir. Di­yalektik, me­ka­nik düşünme bakımından ya me­ka­nik dü­şün­me­nin ö­zel bir çe­şiti ya da mis­tik dü­şünmenin özel bir çe­şiti o­la­cak­tır.

Düşünme ve­ri­li mantıkla tutarlı bir us ola­bilir; dünya da belli kuralların hep geçerli olduğu iş­le­yiş­le bir evren o­la­bilir. Diyalektikle aşılan sorunun kay­na­ğı ne dü­şün­me­nin man­tık­sızlığı ne de dünyanın kuralsızlığıdır. Di­ya­lek­tik dü­şün­me ussal gö­rü­şün dün­ya­sı­nın dünyaya uy­gun­suz­lu­ğunun fark edilerek aşıl­ma­sının bir yolu olarak or­ta­ya çı­kar. Bu da dünya ile gö­rüş arasında be­li­ren in­sanın dün­ye­vi­leş­me­siyle olur.
</p><p>Dünya resmi ve görüş resimi yan yana konduğunda, san­ki bu ikisi bir bi­rin­den ba­ğımsız iki ayrı kendi başına var olma tarzıymış gi­bi bir his do­ğar. “Gö­rüş” fikrine dün­ya­da yaşayan insanın bir etkinliği ola­rak düşünmeden ya­pı­lan bir soyutlamayla varılır. Dolayısıyla, yerküre de, in­san da, görüş de aynı dün­ya­da­dır. Yer­kü­re me­kândaki o­la­rak, görüş zamanla olandan bir so­yut­la­ma ola­rak, in­san­sa ne mekânda olduğu ne de zamanla ol­du­ğu yo­kum­sa­na­ma­yan ola­rak bu aynı dün­yadalıkta bir­le­şir. Gö­rü­şün i­çindeki dün­ya ile görüşün için­de­ki dünyanın ü­ze­rin­de­ki gö­rüşün i­çin­deki dünya tözsel olarak aynıdır, fik­ridir. Ay­nı şeyin tek­ra­rın­dan başka bir şey olmayan da­ha içerilere gi­di­le­ce­ği­ne, dışa doğ­ru yönelindiğinde, her biri bir gö­rüş­te­ki dün­ya olan di­ğer dünyalardan töz­sel değişimin ya­şan­dığı ilk dünyaya va­rılır. Bu dünyadaki insan da gö­rüş­te­ki in­san­lar­dan tözsel ola­rak farklıdır. Giderek ilk gö­rüş de, di­ğer­le­rin­den işleyiş ba­kımından farklılaşır, o doğ­ru­dan in­sa­nın dü­şün­me­sine karşılık gelir. Bu dün­ya-<insan>-görüş-dün­ya-<insan>- … dizisinde fik­ri olanlarla töz­sel de­ği­şi­min or­taya çıktığı ilk dünya-<insan>-görüş üç­le­me­sine zih­nen va­rış anı insanın zih­nen de dünyevileştiği an­dır. Di­ya­lek­tik bu zihni anla görüş ve dün­ya ara­sın­da­ki uyum­suz­luk­la­rın aşılmasını sağlar. O zih­ni an bir sürece kar­şı­lık gel­ir; bu sü­reç, in­sa­nın zamanla dünya­da oluşudur; fi­ildir, pra­tik­tir.

Biri İstanbul’da, biri New York’ta olmak üzere iki ar­ka­daş internet üzerinden soh­bet eder. Biri “Şu an gün­düz.” ya­zar, aynı anda diğeri “Şu an gece.” yazar. Her iki­si­nin de söy­lediği fiilen doğruysa, “Şu an hem gündüzdür, hem de ge­ce.” Gün­düz ve gece bir birlerini dışlayan kar­şıt­lardır ve bu bir birini dışlayan kar­şıt­lar bir­lik­te doğ­ru­dur­lar, yani kar­şıtların birliği söz konusudur. Karşıtların bir­li­ği ne us­sal çe­lişkiden, ne de doğanın kurallarına ay­kı­rı iş­le­yi­şin­den kay­nak­la­nır. Us tutarlıdır ve doğa kurallı iş­leyişini sür­dü­rür. Karşıtların birliği tutarlı usla, ku­rallı do­ğanın bir bir­le­ri­ne uymamalarından kaynaklanır. Tez “Şu an gün­düz.” ve karşı tez “Şu an gece.”dir; yani tez ve kar­şı tez bu­lunur. Bunlar man­tı­ken bir­bir­lerinin karşıtı ol­ma­larına kar­şın bir bir­le­riyle çe­liş­me­le­ri ge­rek­mez; böy­le bir çe­liş­me­nin gerekli olduğunun dü­şü­nül­me­si an­cak her ö­ner­me­nin ge­nel geçer olduğunun var­sa­yıl­ma­sından kay­nak­lanır. So­run di­yalektik ola­rak hem te­zi, hem karşı tezi doğ­ru ka­bul eden, ve birlikteliklerinin çe­lişki ya­rat­ma­sı­nı en­gel­le­yen yeni bir önermeyle, sentezle aşı­lır: “Şu an İs­tan­bul’da gün­düz, New York’ta gecedir.” Ya­şanan ve gö­rüş, pratik ve teori uyumlu ha­le gel­miştir. An­cak bu u­yum­luluk pra­tik olarak yeterli bulunduğunca söz ko­nu­su­dur. Örneğin, New York’ta gündüz çekilen bir gö­rüntü ka­yı­dı, New York’ta ge­ce, İstanbul’da gün­düz ol­du­ğu bir an­da iz­lense ve kayıttaki kişi “Şu an gündüz.” de­se, İs­tan­bul’daki ki­şi bu­nu onaylıyıp “Evet, şu an gündüz.” de­se, so­nuçta “Şu an hem New York’ta, hem de İstanbul’da gün­düz.” öner­me­si geçerlilik ka­za­na­cak­tır ki bu “Şu an İs­tanbul’da gün­düz, New York’ta gecedir.” önermesiyle çe­lişir. Or­ta­ya çı­kan çe­lişki bu sefer “Kaydın çekildiği an New York’ta ve iz­lendiği an İstan­bul’da gündüzdür.” öner­me­siy­le a­şı­la­bi­lir. Sorun, ne yaşananın ku­ral­sız­lı­ğın­dan, ne de dü­şü­nü­le­nin mantıksızlığından kaynaklanmadığı gibi, ya­şa­na­nı ku­ral­sız ad­de­de­rek ya da düşünüleni man­tık­sız kı­larak aşıl­maz. Aşılması düşünmeyle ya­şa­ma­nın bir­li­ğiy­le­dir, dün­ya­da yaşayan düşünen insanladır.

Dengede duran iki keseli tartının bir kesesine bir tüy kon­duğunda, tüy ko­nan ke­se aşa­ğı, diğeri yukarı gider. Kar bir te­penin üzerinde birikmiştir. Bir ses çı­ka­rıl­dı­ğın­da ko­pup aşa­ğı doğru yuvarlanmaya başlar. Buna bağlı o­la­rak “Ses çı­ğa neden olur.” önermesi geçerlilik kazanır. An­cak sesin şid­deti azsa çığ çık­maz ki bu “Ses çı­ğa neden ol­maz.” öner­me­sine geçerlilik kazandırır. Do­la­yı­sıy­la, “Ses çığa hem ne­den olur, hem neden olmaz.” çelişik ö­ner­mesi ge­çer­li ol­ma­lı­dır. Bu durumda di­ya­lektik dü­şün­me bu çe­liş­ki­yi nicel de­ği­şimin ni­tel de­ğişime dönüştüğü fik­rine da­ya­lı o­larak “Se­sin şiddeti belli bir eşik dü­zeye çı­kana kadar ses çı­ğa neden ol­maz, sesin şiddeti eşik dü­ze­yini aş­tık­tan sonra ses çığa ne­den olur.” sen­te­ziyle aşar. Bu­rada beliren, ussal ay­rık­lık­ların ya­şa­nanın sü­rek­li­li­ği­ne uy­ma­ma­sı sorunudur. Bir alt eşik düzeyi var­dır bu alt eşik dü­zeyinin al­tın­daki şiddette sesler çığa ne­den ol­maz ve bir üst eşik dü­zeyi vardır bu üst eşik dü­ze­yi­nin üs­tün­deki şid­det­te sesler çığa neden olur; an­cak, alt eşik dü­ze­yiyle üst e­şik düzeyi arasında bir düzeydeki şid­det­te ses­le­rin çı­ğa ne­den olup olmadığı tam belir­len­me­miş­tir. Bu a­ra­lıkta ya­şa­nan us­sallaştırılamaz. Bu aralık yine di­ya­lektik dü­şün­mey­le, daha önce göz ardı edi­len etmenler ne­den­sel dü­şün­meye katılarak koşullu olarak net­leş­ti­ri­le­bi­lir. Yi­ne de di­yalektik dü­şünme alt eşik düzeyinin altındaki şid­det­te ses­lerle çığ olu­şabileceğine, üst e­şik dü­ze­yi­nin üs­tün­de­ki şid­dette seslerde de çığ oluş­ma­ya­bileceğine açık­tır. Böy­le du­rum­lar­la karşılaştığında, bir mucizeye yor­mak­tan­sa, di­ya­lektik olarak ye­ni bir senteze var­maya yö­nelir.

Yalnızca zamana yoğunlaşıldığında ve zamanın sı­nır­sız ol­du­ğu dü­şü­nül­dü­ğün­de, di­ya­lektiğin köken önermesi, bir sü­re bir önerme geçerliyse, sonrasında bu öner­me­nin kar­şı­tı­nın ge­çerli olacağı bir dönemin bulunduğunu, kar­şı­tı­nın ge­çerli ol­duğu dö­nemi kendisinin geçerli olduğu bir dö­ne­min iz­le­ye­ceğini ve bu­nun böyle sürüp gi­deceğini i­ma eder. Kısaca, di­yalektiğin köken önermesi uya­rınca, her­şey kar­şı­tı­na dö­nü­şür. Önermenin geçerli ol­duğu dö­ne­mi geçerli ol­ma­dığı bir dönem ve bu­nu da yeniden ge­çer­li ol­duğu bir dönem izlemiştir; an­cak önermenin ilk ge­çerli ol­du­ğu dönemdeki haliyle sonradan ye­ni­den ge­çer­li­lik ka­zan­dığı dönemlerdeki hali ay­nı değildir. Dün sa­bah gün­düz­dü, bunu ge­çen gece izledi ve bu sabah ye­ni­den gün­düz ol­du. Ancak, dünkü sabahla bu­gün­kü sa­bah bir birinin ay­nı de­ğildir. Bu­gün­kü sabah dünkü sa­bah­dan fark­lı ola­rak ge­çen gecenin izlerini de taşır. Di­ya­lek­tik dü­şünmenin bu anıyla birlikte, di­ya­lek­ti­ğin köken ö­ner­me­sinin öte­sine ge­çilir ve dö­nemler arası bağlantılar da mü­la­ha­za edil­me­ye başlanır. Ta­rihsel bağıntılardan arın­mış kastıyla ta­rihsiz dü­şünme ye­ri­ni tarihselliğin mü­la­ha­za­larda ka­çı­nıl­maz o­la­rak bulun­du­ğu bir tarihsel dü­şün­me­ye bırakır. Bu ta­rih­sel­likle birlik­te tez, karşı tez ve sen­tez ye­ni bir an­la­ma bü­rü­nür.

Mekanik ve diyalektik düşünmeler arasındaki fark­lı­lık­lar, eleştiriye de yan­sır ve farklı eleştiri anlayışları or­ta­ya çı­kar. Samimi de olsa eleştirinin hoş kar­şı­lan­ma­ma­sı­na sık sık rastlanır. Ya eleştiri eleştirilmeye kalkışılır ya da öf­key­le kar­şı­la­nır. Kimi eleştiriyi eleştirmeye kalkar; san­ki ko­nu ne eleş­tiriliyorsa on­dan, genel ola­rak eleştiri üs­lu­bu­na, eleş­ti­ri sunumuna ya da eleştirenin kişiliğine kay­dı­rıl­mak is­te­nir. Böylece artık eleştirilen konuşulma­ya­cak da baş­ka şey­ler ko­nuşulacaktır. Ki­miyse duyarlılık gös­terip öf­keyle a­bar­tılı tepki verir. Bu öf­ke eleştirene yö­ne­le­bi­le­ce­ği gibi e­leş­tirilene de yöne­le­bilir.

Diyelim bir pense var ve bu penseyi dikkatlice, e­leş­ti­rel ola­rak inceleyen, pen­se­nin vidasının gevşek olduğunu fark edip dile getiriyor. Biri de çıkıp, bu­nu neye da­ya­na­rak söy­le­diğini, böyle bir şeyin hangi koşullarda ve nasıl söy­le­ne­bi­leceğini ya da söylenmesi gerektiğini tartışmaya baş­lı­yor. Ben­zer biçimde tar­tışmaya açı­la­bi­lecek bir şey de bu­nu söy­leyenin kim olduğu ya da geçmişte ne­ler yap­tı­ğıdır. Vi­da­sı gevşek pense konuşulmasın da ne ko­nu­şu­lur­sa ko­nu­şul­sun. Bunun yanı sıra, bi­ri sinirlenip “Hay ben böyle pen­se­yi…” diye pensiyi öf­keyle fırlatıp atabilir ya da “Sen bu pen­se hak­kında nasıl böyle konuşursun!” di­ye eleş­ti­re­nin üze­rine yü­rü­ye­bilir.

Eleştiriye bu tepkici yaklaşımların yanı sıra, eleş­ti­ri­ye kar­şı makul bir tavır da ge­liştirilebilir. Evet pensenin vi­da­sı gevşektir, ama pense kullanılmadan önce gev­şek vi­da sı­kış­tırılabilir. Yok yalama olmuş sıkışmıyorsa, dik­kat­li bir bi­çimde kul­lanılabilir ki pensenin iki parçası ayrılıp el­de kal­masın ya da bir den­ge­siz­lik çı­kıp sakarlığa yol aç­ma­sın. Üs­telik gerekiyorsa hemen, acelesi yok­sa uy­gun bir za­man­da yenilenebilir ve yeni penseler bundan edi­ni­len tec­rü­bey­le da­ha iyi ya­pı­la­bi­lir. Böylece eleştiriden is­ti­fa­de edil­miş olur.

Biri bozuk pense satıyorsa ya da biri penseyle ya­pı­la­cak işi engellemeye ça­lı­şı­yor­sa, penseye getirilen e­leş­ti­ri­yi ma­kul karşılaması beklenebilir mi? Tep­ki­ci yak­la­şım or­ta­da bir çıkar mücadelesi olduğuna işaret eder. Makul tav­rın­sa bir soh­bet­le ya da bir fikir tar­tış­ma­sıy­la bağlantılı ol­du­ğu dü­şü­nü­le­bi­lir.

Maddeler, aletler, dünya eleştirilmez incelenir. Eleş­ti­ri­len görüştür. Yani vi­dası gev­şek pense eleştirilmemiştir. Bir pen­senin yerine getirmesi beklenen iş­lev­leri, söz ko­nu­su pen­se­nin ek­sik­siz, hatasız, yeterli biçimde yerine ge­ti­receği gö­rü­şü eleş­tirilmiştir.

Görüş sözle, önermelerle dile gelir; eleştirilmesi bu ö­ner­meler üzerindendir. Öner­meye anlamından farklı ola­rak üç tür değer yüklenebilir. İlkin, önermeye “man­tıken ke­sin”, “tu­tar­sız” ya da “ne mantıken kesin, ne de tu­tar­sız” olmak üze­re üç değerden bi­ri yüklenebilir. Böylece gö­rü­şün ussallık eleştirisi onun tu­tarsızlığını gös­tererek ya­pı­la­bi­lir. İkinci olarak, önermeye “yaşanana uygun”, “ya­şana uy­ma­yan” ya da “yaşanana uygunluğu belirsiz” de­ğer­le­rin­den biri at­fe­di­lebilir. Görüşün am­pirik eleştirisi o­nun ya­şa­na­na uygun olmadığının gös­te­ril­me­siyle ya­pı­la­bi­lir. So­nu gel­mez çeşitlilikte görüş ve önerme o­luş­tu­ru­la­bi­lir, an­cak sı­nırlı sürelerde, sı­nırlı sayıda önerme de­ğer­len­di­ri­le­bi­lir. Bu­na bağlı ola­rak pragmatik bir eleştiri or­ta­ya çıkar. Bir öner­me, tutarlı olsa ve gözlemlere uy­sa bi­le, “Ken­disiyle uğ­ra­şana bir yararı yok; onu boşu boşuna uğ­raş­tı­rı­yor, oya­lıyor.” diye eleştirilebilir.

Eleştirinin usallığı, ampirik doğruluğu ve prag­ma­tik­li­ği bir birine bağlanmış, fiilen ayrışamaz biçimde ör­gü­len­miş ola­rak belirir. Mantıken kesin doğru öner­me­ler, to­to­lo­jiler ol­duklarından herhangi bir enformasyon ta­şı­maz­lar; do­la­yı­sıy­la ya­rar­sızdırlar. Kırmızının kırmızı ol­du­ğunun, e­vin ev ol­duğunun, gelirken gel­di­ğinin bi­lin­me­si­nin, bu bil­gi­le­r ke­sin olmalarına karşın, bir yararı yok­tur. Us­sal­lık e­leş­ti­ri­si ya­pılırken, vargı olarak totolojiler de en az tu­tar­sız­lık­lar ka­dar olum­suz olarak de­ğer­len­di­ri­le­bilir; ancak bu du­rum­da olum­suzluk ussallık ba­kı­mın­dan değil prag­ma­tik ola­rak te­mel­lendirilir.

Mekanik düşünmeyle geliştirilen eleştiri, bir öner­me­nin tutarsız, uygunsuz ya da yararsız ol­duğu gösterilerek, o önermenin geçersiz ad­de­lilmesine yol açar. Hal­buki, di­ya­lektiğin köken önermesi gereği, ge­çer­siz olan öner­me­nin geçerli ol­du­ğu koşullar da vardır. Di­ya­lektik dü­şü­nür­ken geliştirilen eleştiri tutarsızlığın, uy­gunsuzluğun ya da ya­rar­sızlığın hangi koşullara dayandığını da kapsar. Böy­le­ce, me­kanik düşünürken eleştiri tezin geçersizliğini or­ta­ya koyarak kar­şı te­ze ge­çerlilik ka­zan­dır­ma­ya yö­ne­lir­ken; di­yalektik düşünürken, eleş­ti­ri kar­şı tezin de tez gibi ge­çer­siz olduğu ko­şul­la­rın bu­lu­na­ca­ğı­nı öngörüp, hangi ko­şul­larda te­zin, hangi koşullarda kar­şı te­zin ge­çer­li ol­du­ğu­na değin bir senteze ulaş­ma­ya yö­ne­lir. Hâl bu olunca, di­ya­lektiğin kö­ken önermesine göre, me­ka­nik dü­şün­mey­le e­leştiri, bazen biri bazen diğeri haklı çıkacağına gö­re, hep ay­nı kalan iki tarafın durmaksızın bir birlerini eleş­tir­me­le­ri­ne olanak ve­rir; mev­cu­dun ötesine ge­çil­me­di­ği i­çin bu durmaksızın süren tartışma ha­re­ket hissi ve­ren bir ye­rinde saymadır. Halbuki, diyalektik düşünürken e­leş­ti­riy­le mev­cut ko­num­lanışlar aşı­lır, mevcudun ötesine ge­çi­lir, ye­ni­ye yö­ne­linir, gelişilir.

Konuşmayı, Oktay Rifat’ın “Çelişik” adlı şiiriyle bi­ti­re­lim:

Berber salonundaki
Aynalardan daha boş
Bütün o yolları düşünmek
Çıldırtmasın seni
Çelişik sev.

Adam karman çorman saçlarla berber salonuna girer. Se­lamlaşırlar. Traş kol­tu­ğu­na oturur. Karşındaki aynada yü­zünü görür. Bu görüntü bundan son­ra­sı­nı gös­ter­mez, de­ği­şecektir. Traş başlar. Bir süre sonra, yine aynaya dik­kat­li­ce ba­kar, traş sür­düğünden bu görüntü de de­ği­şe­cek­tir. Traş sü­resince, gözlerinin ya­pacak başka bir şeyi ol­ma­yan müş­te­ri bir yandan berberle söyleşirken bir yan­dan da ay­na­daki gö­rüntüsünü izler.

Bu şiire şairin hoş gö­rü­sü­ne sığınıp bir na­zire de ya­pılabilir:

Berber salonundaki
Aynalardan daha boş
Bütün o yolları sevmek
Çıldırtmasın seni
Çelişik düşün.

Ve temel çelişiklik de hiç çelişkiye düşmeden dü­şün­mek olsun.

Temmuz 2009
Türkali Mah. Beşiktaş İstanbul

Bir yanıt yazın